29 Kasım 2012 Perşembe

Kendimi o kadar değersiz ve gözden çıkarılabilir hissediyorum ki...

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Umudunu kaybetme!

"Umudunu kaybetme!"
Ne zaman hayat zorlaşsa, hayallerimiz ulaşılmaz gözükse, tam vazgeçmeye karar vermişken bu cümleyle bize destek olmaya çalışır insanlar. Ne de pozitif bir cümledir kendisi!
Oysa benim hayatımın en büyük hatası hiçbir zaman umudumu kaybetmemek oldu. Bunu şimdi şimdi fark ediyorum. Çok kez pes ettiğimi, bir şeylerden vazgeçtiğimi söyledim. Ama aslında her seferinde içimde ufacık da olsa bir umut oldu. "Umudunu kaybetme!" dedim kendi kendime. "Belli mi olur? Tamamen pes etmemelisin!"
Oysa bir insanın umduğu şey mesela bir anda sırtından kanatlarının çıkması ve kendi kendine uçabilmesiyse o kişi pekala da umudunu kaybetmeli. Böylelikle onun yerine pilot olma umudu edinebilir kendine. Eğer umudunu kaybetmezse elinde olan tek şey o umut olur.
Ne yazık ki umudunu kaybetmeyen bir insanım. Kaybedemeyen bir insanım. Ne olursa olsun bırakamıyorum bir şeylere inanmayı, bir şeyleri beklemeyi.
Oysa umudumu kaybetsem ne güzel olur. Kendime yeni umutlar edinsem. Çok zengin olmayı umut etsem mesela. Ya da beş dil öğrenmeyi. Hayatıma başka bir amaç, umut edecek başka şeyler bulsam. O zaman hayal kırıklığı yaşamam.
Belli ki bir nedenden "umut" da Pandora'nın Kutusu'ndaydı...
Yine de o kanat bekleyen kişinin umudu kadar imkansız olan umutlarımı bırakamıyorum. Olmuyor işte.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Okyanus

Selam! Blogda her zamanki gibi bir değişikliğe gitmiş bulunmaktayım. Daha aydınlık, daha eğlenceli olsun istiyorum. Bunu birçok kere denedim gerçi ve çoğunda da pek uzun soluklu olmadılar. Melankoliden psikopatça bir zevk alıyor olabilirim. Ne yapalım, ben de böyleyim. Ama aslında hep öyle bir insan değilim. Bloga girenler bakıp da hep acı çektiğimi düşünecekler. Hatta aksine, günlük hayatta çok eğlenceliyimdir. Cidden. Herhalde durumum kişilik bölünmesinden bir nebze daha hafif bir şey. Kurt adam gibi dolunayda başka biri oluyorum, haha.

Neyse. Bugünlerde pek bir enerjiğim, pek bir hayat doluyum. İki gün önce hayattan nefret ediyor değildim. Hayır. İnkar ediyorum. Annemin benim bu duygusal dalgalanmalarımla hala nasıl akıl sağlığını koruyabildiği de benim için büyük bir soru işareti.

İşte böyle çiçekli böcekli bir tema ve daha neşeli bir isim seçtikten sonra, okyanusun düşüncesi bile huzur veriyor insana, neşeli bir yazı da ekleyeyim de tam olsun dedim. Biraz da gevezelik etmeye ihtiyacım var sanırım. Konuşarak edilen gevezelik bana yetmiyor gibi. On iki yaşından beri internet üzerinde pek çok arkadaşımla muhabbet ettiğim için sanki iki farklı gevezelik ihtiyacım var. Biri günlük hayatta, diğeri de internet üzerinden. Ama MSN öldüğünden beri bu ihtiyacımı sadece bir iki kişiyle karşılayabiliyorum ve onlar da son günlerde ortalıkta yoklar. Twitter'da insanları yeterince rahatsız ettiğim için soluğu burada aldım. Zaten blogumun amacı ne ki?

Hayat güzel gidiyor. Geçen hafta spora başladım. İlk günler canım çıksa da şu anda daha iyiyim diyebilirim. Ama hala koşmakta zorluk çekiyorum. Doctor gelse ve bana "Kaç!" dese canımı kurtaramam ve Doctor'un yoldaşı olma şansımı da acı bir şekilde kaybederim. Sporda vücudumun şekle girmesi, hareket etmek, sağlıklı yaşam vb. amaçlarım olduğu doğru ama gerçekten şu koşamama sorunumu yenmeyi çok istiyorum. Ağır sigara içici bir ailenin ferdi olmanın da etkisi vardır tabii.
Bu blog eskiden olduğu kadar anonim değil bir de. Facebook pek çok şeyi öldürüyor sanki. Gerçi hiçbir zaman çok da anonim değildi. Hatta ilk başta sadece arkadaşlarım uğrardı. Ama yine de eskisi kadar rahat konuşamıyorum gibi.

"Kitap Hırsızı" diye bir kitap okudum. Çok güzeldi ve beni çok etkiledi. Birkaç yerinde gerçekten midem bulandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bunlar gerçekten oldu çünkü. Yahudiler bunları gerçekten yaşadı. Ve bu benim midemi bulandırdı. Etkisinden çıkmak için bir sürü shoujo manga ve bir korku oyunu mideye indirmek zorunda kaldım. En azından işe yaradılar!

Korku oyununun adı "Ib" bu arada. Eski Japon RPGlerine benzer grafikleri ve birkaç saatlik oynanışı var. Ama Tifa ile gerçekten çok eğlendiğimiz, zaman zaman da bilgisayarı fırlatmamıza ramak kalacak şekilde bizi yerimizden sıçratan bir oyun oldu. Alternatif sonlar için beş kere kadar daha oynadık bir de.

Bu akşam annemle "3 Idiots" izleyeceğiz. Bu filmi izlemek için fırsat kolluyordum ama nedense artık tek başına pek film izleyemiyorum. Birileriyle izlemeyi o kadar çok seviyorum ki sonunda tek başına film izleme yeteneğim kayboldu galiba. İzmir'de kendime bir film arkadaşı bulmalıyım. Samsun'da çok ama İzmir'de hiç yok.

İzmir'de çok iyi arkadaşlar edindim bu arada. Blogu takip ediyorsanız biliyorsunuzdur okula başlamadan önce nasıl korktuğumu! Korktuğum başıma gelmedi neyse ki. Yine de ufak bir durum var ortada. Tüm arkadaşlarım İzmirli. Yani hepsinin öncelikli başka arkadaşları falan var. O nedenle zaman zaman bir yerlere beraber gidecek biri bulma sorunu yaşıyorum. Gerçi artık daha yakınız ve son zamanlarda o sorunu yaşamadım hiç. Yine de film arkadaşı lazım bana. Artık evim de var hem. Mısır patlatırız. Ben bir yoklayayım en iyisi arkadaşlarımı.

Hala konuşmaya doymadım ama bugünlük bu kadar yeter. Yarın yine yazarım belki de! Belki de her gün günlük tutmalıyım. Bir de Japonca çalışmalıyım! Çalış Öykü! Çalış!

Hadi görüşürüz!

Not: Bu arada terk edilmiş bir ejderha yumurtasını sahiplendim! Üzerine tıklayıp onu beslerseniz beni çok mutlu edersiniz. Ne? Evet hala oynuyorum böyle şeyleri. Ejderhaları kurtarmalıyız bence.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Sabah
Ö: Açım.
D: Ne yiyeceğiz?
Ö: Nutella?


Öğlen
D: Açım.
Ö: Nutella?

Akşam
...
Ö: Nutella?


Gece 3
D: Aç mısın?
Ö: Evet.
*Damla Nutella getirir.*

Bitti Nutella.
Kaybettiğim nefesimi senin sakladığını düşündüm bir süre. Hemen orada, muzip gülüşünün ardında gizlemiştin sanki. Ama hayır. Sen de değildin nefesimi alıp kaçıran kişi. Belki de kendisi kaçıp gitmiştir bir yerlere. Hep birilerinde aramaktansa, biraz da başka şeylerde mi aramak lazım ki acaba?
Ve ben yine düştüm yollara. Seni ve sakladığın şeyi geride bırakarak. Ne olduğunun önemi yok artık o sakladığın şeyin. Nefesim değil çünkü. Sana bırakıyorum, her neyse, o sahip olduğunu. Sonsuza dek mutlu olsan keşke.
Yolculuğum devam ediyor. Bir gün yeniden nefes alacağım.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

"Zaten her şeye sahipsin, o şiir benim olmalıydı..."
Diyemedim. En yakın arkadaşımı kendimden çok seviyorum çünkü. Benim olması gereken şiirden bile çok. Ama o şiir sadece benim olmalıydı. Olmadı. Ne yapalım.

28 Haziran 2012 Perşembe

Dünyanın sonundaki deniz...

Panic... Hiçbir beklentim olmadan tanıştığım bir grup. Bir şarkılarının coverına denk gelip şarkının orijinalini merak etmiştim. Ama şarkıyı ayrı olarak bulamadığım için albümü indirmiş, albümü indirmişken de MP3 çalarıma atmıştım. İlk başta sadece o şarkıyı dinledim. Sonra diğer şarkılar arada çıktıkça farkında olmadan onları da dinledim. Hani bazen şarkıları karışığa alırsınız ve otobüs camından uzaklara dalarsınız. Şarkılar peş peşe çalar, ne çaldığına çok dikkat etmezsiniz... İşte öyle öyle içime sinmeye başladı diğer şarkıları. Bir gün Lee Juck'ın sesi bir anda hayal dünyamdan çekip çıkardı beni. Sesi içimde bir şeyler uyandırmıştı. Bir anda olmuştu her şey. "Ne kadar güzel..." dediğimi hatırlıyorum. Belki de hiçbir orijinal yanı yoktur, belki de o kadar çok içime işlemiştir ki artık güzel kavramımı ona göre şekillendirmişimdir. Bilmiyorum. O günden sonra özellikle dinledim tüm şarkılarını. Her birine teker teker aşık oldum. Eski bir grup oldukları ve artık popüler olmadıkları için şarkılarının çevirisini bulmak çok zor bir işti. Ama her şeyi daha da güzelleştirmişti. Her yeni çeviri keşfinde hala kalbim küt küt atıyor. Hala keşfedecek çok çeviri ve anlamlandırılmayı bekleyen pek çok şarkı var.
Neyse, çok uzattım. Zaten duygularımı da güzel anlatamadım. Kısacası Panic benim hayatımın en önemli öğelerinden birisi oldu ve o ilk dinlediğim şarkıları da, Dalpaengi/Salyangoz, bu dünyadaki en sevdiğim şarkıya dönüştü. Çok çok değerli benim için. YouTube'da geçirdiğim saatler boyunca bir sürü coverını buldum. Ben de bu coverlar arasından dikkatimi çekenleri paylaşmak istedim. Hem kendim için de hepsini bir arada bulabileceğim bir yer olsun istedim. Öyle işte.


Kyuhyun: Kyuhyun'un bu coverı benim Dalpaengi ile tanışmamı sağladı. Benim için çok önemli bir yeri var. Bu yüzden de ilk olarak ona yer veriyorum. Ayrıca bu videoda sözlerin olması da iyi bir başlangıç oldu.





Achtung: Bu çok çok yeni keşfettiğim bir cover. İyi ki de keşfetmişim diyorum. Şarkıya çok farklı bir hava katmış. Hem Dalpaengi dinleyip, hem de yeni ve güzel bir şarkı dinliyorum gibi hissettiriyor. Çok hoş, çok.





leeSA: leeSA, sesini çok beğendiğim bir müzisyen. Onu da Dalpaengi sayesinde keşfettim. Bunu dinledikten sonra onu içten içe kıskanmadım da değil. Hiçbir zaman sesim güzel olmadı, hiçbir zaman da buna çok fazla üzülmedim. Ama çok sevdiğim şarkıları söyleyebilmeyi dilerdim...



Two Months: Two Months'ın üyesi Kim Ye Rim ile çok sevdiğim bir dizi olan Shut Up: Flower Boy Band sayesinde tanıştım. Sevdiğim her Koreli'nin herhangi bir Panic şarkısı coverı var mı diye hep kontrol ederim. Kim Ye Rim beni mutlu etti.



W&Whale: Whale de son zamanlarda keşfettiğim müzisyenlerden biri. Her ne kadar müzik tarzı tam olarak benim zevkime hitap etmese de dinlemekten inanılmaz zevk aldığım şarkıları var. Bu nedenle grubuyla bu şarkıyı coverladıklarını görünce çok sevindim. Ayrıca şarkının sonlarına doğru kendi tarzlarına çevirmeleri de çok hoşuma gitti.



Ve tabii ki Panic...
Bu kadar coverın ardından orijinalini paylaşmamak olmaz. Pek diyecek bir şey yok. Mükemmel işte. (Aslında klibini paylaşmak istemiştim ancak ses kalitesi çok kötüydü. Öyle.)



Son olarak da şarkının en sevdiğim canlı performansını paylaşmak istiyorum. Lee Juck'ı 1995 haliyle de ölesiye sevsem de şimdiki performansının çok daha etkileyici ve duygusal olduğunu inkar edemeyeceğim. Keşke, keşke bu performansın yüksek kaliteli bir hali olsaydı elimde. Çok şükür ki ses kalitesi son derece iyi. Bu güzel performansla kapanışı yapalım. Ve eğer bu noktaya kadar geldiyseniz benim için büyük önemi olan bu şarkıya ayırdığınız zaman için teşekkür ederim. ^^

18 Haziran 2012 Pazartesi

somewhere i have never travelled,gladly beyond


somewhere i have never travelled,gladly beyond
any experience,your eyes have their silence:
in your most frail gesture are things which enclose me,
or which i cannot touch because they are too near

your slightest look easily will unclose me
though i have closed myself as fingers,
you open always petal by petal myself as Spring opens
(touching skilfully,mysteriously)her first rose

or if your wish be to close me, i and
my life will shut very beautifully ,suddenly,
as when the heart of this flower imagines
the snow carefully everywhere descending;

nothing which we are to perceive in this world equals
the power of your intense fragility:whose texture
compels me with the color of its countries,
rendering death and forever with each breathing

(i do not know what it is about you that closes
and opens;only something in me understands
the voice of your eyes is deeper than all roses)
nobody,not even the rain,has such small hands

e. e. cummings

13 Haziran 2012 Çarşamba

Beyond: Two Souls


Artık o günler (umarım) geride kaldığı için bahsetmekte sakınca görmüyorum. Hayal gücü her zaman sınırları zorlayan bir kız olarak hayatımın büyük bir çoğunluğunda bir hayaletle beraber yaşadığımı düşündüm. Hayalet, koruyucu melek veya geçmiş bir hayattan bir anı... Bilmiyorum. Hiçbir zaman tam olarak adını koyamadım. Büyüdükçe geleceğe dair bir işaretmiş gibi kabul ettim. Bir gün tanışacağım biriydi belki de o. Ama sonunda hayatıma devam edebilmek adına büyük ölçüde onu hayatımdan çıkarabildim. Arada sırada hayat beni çok yorup köşeye sıkıştırdığı zaman yeniden ortaya çıkması tehlikesi doğuyor ama sanırım iyi idare ediyorum.
Tabii benimki zihnimin ürettiği bir savunma mekanizmasından başka bir şey değil. En azından öyle sanıyorum. Hala onun hakkında açıklayamadığım bazı şeyler var ama küçüklüğüm her geçen gün daha da bulanıklaşırken, asla objektif olarak açıklığa kavuşturamayacağım şeyleri kurcalamak yerine kesip atmayı tercih ettim. Bu kararı vereli birkaç yıl oluyor.
Beyond: Two Souls'u gördüğümde yaşadığım duygular tarif edilemezdi doğal olarak. Kendini bildi bileli bir varlıkla beraber yaşayan Jodie Holmes'un hikayesini anlatıyor Beyond: Two Souls. Jodie ona Aiden/Iden (daha yazılışı kesin değil) diyor. Oyunun ayrıntıları çok net değil. Ama oyunda hükümet Jodie'nin peşinde ve biz de Jodie ile Aiden'ı kontrol ederek onlardan kaçmaya çalışıyoruz. Oyunda Jodie'nin bu duruma nasıl geldiğini 15 yıllık süreci oynayarak öğrenecekmişiz. Aynı zamanda Aiden'ı da kontrol edebiliyor olmamız çok hoşuma gitti. İnsanların bedenlerini ele geçirebiliyor, her zaman olmasa da fiziksel objelerle temas kurabiliyor ve mesela Jodie'nin içinde uyuduğu trenin camından dışarı uçup dışarda neler olup bittiğini kontrol edebiliyoruz.
Beyond: Two Souls, Heavy Rain'in yapımcıları tarafından yapıldığı için hem çok heyecanlandığım hem de çok korktuğum bir oyun. Heavy Rain kesinlikle eşsiz bir deneyimdi ama açıkçası hikayesi beni etkilemenin yanına bile yaklaşmadı. (Bunda fazla Agatha Christie okumamın ve katili oyunun yarısında anlamamın etkisi olabilir. Hm.) Gerçi Beyond: Two Souls'un hikayesiyle fazlasıyla kişisel bir ilişkimiz var. Umarım Heavy Rain'deki hatalara düşmeyip gerçekten mükemmel bir hikaye anlatırlar. Bir de Jodie'yi Ellen Page'in oynadığı gerçeği var. Bu da inanılmaz heyecanlanmama neden oluyor. 2013'e kadar nasıl bekleyeceğim ben?!

10 Haziran 2012 Pazar

Bu yaz çok şey yapmaya karar verdim. Daha doğrusu izlemeyi planladığım çok dizi/film/anime/drama, okumayı planladığım çok kitap ve oynamayı planladığım çok oyun var.
Avatar bittiğine göre şimdi neyi aradan çıkarsam? Sanırım NANA izleyeceğim. Hem başlamıştım zaten. O bitsin bakalım.
Evet, hâlâ kurguya boğulmayı dışarı çıkıp hayatı yaşamaya tercih ediyorum. Böyle daha huzurluyum. Hem aslında dışarı da çıkıyorum, insanlarla kaynaşıyorum falan. Ama odama kapanmışken daha güvende hissediyorum kendimi.
NANA izleyip, Final Fantasy IV: The After Years oynayalım. Dissidia Final Fantasy de oynamak istiyordum ama PSP'nin analogu sizlere ömür. Her türlü geri gidiyor karakterler... Neyse. NANA.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Kısa bir süre olsa da yeniden deniz kenarında yaşıyor olmak mükemmel bir duygu. Kumlara oturup, dalgaları dinlerken yazıp çiziyorum. Hem de etrafıma oturmuş, beni koruyan on kadar köpekle... Arada başımı defterimden kaldırıp onlarla oynamak, denizi izlemek ve deniz kabuğu toplamak dünyadaki en iyi terapi.
Şu sıralar gerçekten ihtiyacım olan türden. İçimdeki boşluğu deniz kokusu ile doldurabilirim sanırım.

27 Nisan 2012 Cuma

Bir nefes...

Kulaklığınız cebinizdeyken karmakarışık olur ya hani. Çözmeye çalışırsınız, daha çok dolaşır. Zaten nasıl o hale gelmiştir ki? Manyak mıdır nedir... İşte beynim öyle benim şu anda. Karman çorman. Düşüncelerim düzene sokmaya çalıştıkça düğüm oluyor.
Çarpık bir şekilde gerçekleşip önüme sunulan bir dilek. Savaşmak istemediğim ve içinde olmadığım ama yine de var olan bir savaş. Kabuslarımı özlettiren, uyandığıma lanet ettiren ama sonra lanet ettiğim için kendimden utanmama neden olan bir rüya. Bir hayalin gerçekleşmesiyle ölümünün el ele yürüyüşü. Umut etmek. Suçlu hissetmek. Umut etmeyi bırakmak. Ne yapacağını bilememek. Eksik hissetmek. Çok eksik hissetmek. Araya serpiştirilmiş mutluluk. Huzur. Kötü de olsa bir sonuca sahip olmanın verdiği huzur. Ama o kadar da kötü değil. Göreceli zaten. Aslında aynı anda hem iyi hem kötü. Ve ikisi de benim için. İyi ve kötü aslında zıt değilmiş. Ya da öyleymiş ve beynim ondan düğümlenmiş. Paradoks olmuşum belki de.
Zihnim hiç bu kadar karmaşık olmamıştı. Hiç böyle bir durumda bulunmamıştım. Silkelenmek ve kendime gelmek istiyorum. Oysa ben her şeyi ahşap bir kutuya koyup rafa kaldırmıştım. Kutu çatlakmış herhalde. Zihnimdeki her şey gibi. Yirmi yıllık koca dünya yıkılıp yepyeni bir dünya kuruluyor sanki. Hiçbir taşın, hiçbir tuğlanın yeri eski yeri değil. Hiçbir taş ve tuğla da eskiden oldukları taş ve tuğlalar değiller. Renkler, kokular, tatlar, duygular bile farklı. Yirmi yıl boyunca hayatımın ulaşmaya çalıştığı noktadayım ve o nokta olması gerektiği gibi değil ve başka olabileceği bir şey yok. Yeni bir nokta lazım. Yeni bir yol. Yeni bir hayat. Ve bunun için silkelenmem lazım. Ama nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Ama bu kararı vermek de bir başlangıç. Bırakmak lazım sadece. Gitmesine izin vermek. Uçan balon gibi yok oluşunu izlemek ve bir yerlerde mutlu olduğunu hayal etmek gerek. Aptallıklarımla, hatalarımla barış sağlamak ve onları da kucaklamak gerek. Onları da sevmek gerek. Yoksa bırakamam.
Bu da marşım olsun:
http://www.youtube.com/watch?v=WbN0nX61rIs&ob=av2e

Uyandım

Eğer üzerimde etki bırakacak bir rüya görürsem "Çok şükür rüyaymış!" cümlesi dökülür dudaklarımdan uyanır uyanmaz. Hep kabus görürüm ben.
Bugün "Lanet olsun, rüyaymış." dedim uyandığımda. Lanet olsun, rüyaydı.

20 Nisan 2012 Cuma

Nehir



Nehir zihnimde akıyor
Siyah dalgalar yaşım kadar kıvrılıyor
Uzun bir sürenin ardından yorulduğumda
Hayallerimi nehirde yüzdürüyorum
Neşeli çocukluk günleri
Şimdi, zorlu yolumda, ağır bir yük
Biraz biraz gözyaşlarımı akıtırsam
Kendimi unutmak için
Nehir kenarında
Bir yerlere istiflenecekler
Bomboş bir şekilde bir gün daha yaşayacağım
Tüm hayallerimi nehirde bıraktım
Ve küçük bir ada oldular

Bu gece sesin daha bir güzel Lee Juck.

Ve çevirinin çevirisi bu kadar oluyor. İdare edin.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Something this right, can never be wrong...

Mutlu sonların varlığına inanıyorum hala. Gerçeklik yüzüme vuruldukça daha da hayal kurasım geliyor. İçimdeki hayalperest ölmüyor. Bir gün kazanacağına o kadar inanıyor ki, hiçbir gerçek onun coşkusunu dindiremiyor. Ne kadar imkansız olursa olsun, ben inanıyorum hayallerime. Hissettiklerimin doğruluğuna inanıyorum. Tüm hücrelerim aksini haykırırken ben nasıl zihnime zorla sokulmaya çalışan "gerçeğe" inanabilirim ki? Hissediyorum işte. Doğru işte.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Eski yazılar...

Eski yazılarıma bakıyorum da, bazen saklanacak köşe arıyorum kendime utancımdan. Ama silemiyorum da onları. Çünkü onlar da bendim. Onları yazarken o zaman gurur duymuştum yazdıklarımla. Şimdiki yazdıklarım da bundan birkaç sene sonra kaşlarımı çatmama neden olacak muhtemelen. Değişim hiç bitmiyor çünkü. Her geçen gün hayata başka bir açıdan bakmamızı sağlıyor.
O duygular şimdi komik gelse de o zamanlar gerçekti. Bu yüzden kıyamıyorum o yazılara. Kalsınlar orada. Gurur duyuyorum onlarla da. Bugün olduğum kişi olmam için o noktalardan geçmem gerekiyordu. Yedi yaşında günlüğüme yazdığım "Kaya bana şeker verdi. Yoksa beni seviyor mu?" cümleleri gibi içten hepsi. "Hehe, ne şekermişim." diyeceğim birkaç yıl daha geçtikten sonra onlar için de.
Küçük Prens defterime yazmaya başlayacağım artık.
Cumartesi günü kitap fuarına gittim. Benim için sıradışı ve mükemmel bir deneyimdi. Aslında o gün gece yarısına kadar öyle devam etti ya neyse.
Kitap fuarından ayrıntısıyla bahsetmek istiyorum aslında ama üşengeçlik vuruyor zaman zaman. Ama kitap fuarında, değinmeden geçemeyeceğim bir olay yaşadım.
Arkadaşımla beraber o stant senin bu stant benim gezerken uğradıklarımızdan birinde bir adam, çocuğu için bir kitap arıyordu.
"Hayalcilikten vazgeçmesini sağlayacak, onu gerçek dünyaya döndürecek bir kitap istiyorum." dedi. O kadar çok yönden o kadar yanlıştı ki bu cümle donup kaldım orada. Bir şey demek istedim, diyemedim. Çalışan adam da aynı şekilde donakalmış olacak ki "Şey, romanlar şu tarafta... Bir bakın istersiniz." diyebildi sadece.
Böyle saçma sapan bir olay işte.

13 Nisan 2012 Cuma

Resident Evil 6 Hakkında


Resident Evil 5'in çıkmasından bu yana üç yıl geçmiş. Fragmanları izleyip çıldırmalarımı daha dün gibi hatırlıyorum oysa. Pelerinin altındakinin Jill olması ihtimalinin artık %99'a geldiği bir fragman vardı. Özellikle o fragmanı izledikten sonraki duygularımı hatırlıyorum. Çılgınlar gibi ayağa kalkıp oturup alkışlayıp gülüp koşmuştum evde. Anneme "Anne o Jill! Jill! Jill!" diyip sarılıp odama geri döndüğümü ve Damla ile fragmanı onlarca kere daha izlediğimizi hatırlıyorum. Her ne kadar Resident Evil 5 oynanış açısından korkuyla uzaktan yakından alakalı olmasa da, ben eski Resident Evil oyunlarının gelmeyeceğini kabul etmiş ve yeni oyunların aksiyonlarıyla barışık olarak hayatını sürdüren biriyim. Zaten daha çok senaryosu için oynuyorum oyunları. (Jill ve Chris birlikte olsa artık.)
Neyse, Resident Evil 6'nın yeni fragmanının çıkmasıyla beraber ben de yeniden aynı çıldırma durumuna geri dönüş yaşadım. Şimdi size uzun uzun Resident Evil 6 hakkında yazacağım. Teoriler, karakterler, benim teorilerim vs. vs.
Oyunları oynamadan önce hiçbir şey duymak istemeyen kişilerdenseniz veya eski Resident Evil oyunlarını oynamamış ama oynamayı planlayan biriyseniz yazıya devam etmenizi önermem.
Evet, uyarımızı yaptıktan sonra başlayabiliriz.


Yazı İçeriği
- Ön Bilgi
- Karakterler
- Teoriler ve Yorumlar
- Fragmanlar
- Karakter Resimleri
- Siteler

Ön Bilgi
Oyun hakkında kısa kısa temel bilgileri verelim önce. Oyunun çıkış tarihi 2 Ekim 2012. Oyun Resident Evil 5'ten sonra geçiyor. Oynanabilir üç ana karakterden oluşuyor. Bunlar oyunun ana karakteri diyebileceğimiz Chris Redfield, en az Chris kadar popüler olan yakışıklı polisimiz Leon Scott Kennedy ve yeni bir karakter (mi acaba) olan Jake Muller. Oyunun yapımcıları toplam oyun süresinin 30 saat kadar olacağını söylüyorlar. Oyuna istediğimiz karakter ile başlayabiliriz. Ayrıca Leon'un senaryosunun korku öğeleri, Chris'in senaryosunun ise aksiyon öğeleri içereceğini de belirteyim. Şimdi karakterlere tek tek bakalım.

Karakterler
- Çin Ekibi


Chris Redfield
1998 yılında Spencer Konağı'nda gerçekleşen zombi kabusunun ardından hayatını biyoterorizmi ortadan kaldırmaya adamış olan Chris, şimdi de bir BSAA ajanı olarak Çin'deki kurgu bir şehir olan Lanshiang'daki salgınla uğraşmak için görevdedir.



Piers Nivans
Genç bir BSAA ajanı olan Piers, oyuna yeni gelen karakterlerden biri. Chris'in bu oyundaki ortağı olmakla beraber Capcom'un resmî Resident Evil 6 sitesinde bir gün Chris'in kendisinin yerine geçmesini istediği kişi olarak da geçmekte.

- Amerika Ekibi


Leon Scott Kennedy
İşe başladığı ilk gün zombilerle tanışan çaylak polis Leon, Resident Evil 4'ten bildiğimiz üzere Amerikan hükümeti için çalışan bir ajan olmuştu. Şu anda adına çalışmakta olduğu ve Ivy Üniversitesi'nde yapacağı bir seminerde Raccoon City'de gerçekten olanları açıklayacak olan Amerikan başkanı için çalışan Leon, başkanın kendisi zombiye dönüşünce kendini yeniden bir kabusun ortasında bulur.



Helena Harper
Hakkında elimizde pek bir bilgi olmayan ve yeni karakterlerden biri olan Helena da Leon gibi direkt olarak Amerikan başkanı için çalışan bir gizli ajan ve Leon'un şu anki ortağı.

- Doğu Avrupa Ekibi


Jake Muller
Resident Evil hayranı olup da Albert Wesker'ı bilmeyen yoktur herhalde. İşte yeni karakterimiz Jake Muller, Wesker'ın oğlu olduğu söylenen bir karakter. Wesker Jake doğduktan kısa bir  süre sonra Jake'in annesini terk etmiştir ve Jake annesine destek olmak için paralı asker işi yapmaktadır. (Kaynak) (Ancak buna rağmen bu konuda pek çok teori var. Teoriler kısmında bu konuya değineceğim.) Jake kendisini bir biyoterorizm saldırısının ortasında bulur ve tüm iş arkadaşları C Virüsü'nden etkilenir. Ancak Jake'e hiçbir şey olmaz. Sherry Birkin ile ortak olup BSAA'e yardım eden Jake, virüse karşı bağışıklık sahibi olan kanını insanları kurtarmak için vermeye hazırdır ama tabii parası karşılığında.



Sherry Birkin
Zamanında Albert Wesker ile çalışan ve zombi virüsü üzerinde çalışmalar yapan Dr. William Birkin'in kızı olan Sherry, Leon ve Claire tarafından kurtarıldıktan sonra uzun süre haber alamadığımız bir karakterdi. Şimdi hükümet için çalışan bir ajan olan Sherry, oyunda Jake'in ortağı olarak karşımıza çıkıyor.


Diğer Karakterler

Ada Wong (?)
Konuşması, davranışları, hatta kaçış stili ile bile "Ben Ada Wong'um!" diye bağıran bir karakter karşımızda. Ada Wong olup olmadığı hakkındaki şüphenin kaynağı, henüz Capcom'un bir açıklama yapmamış olması. Ama ben kesinlikle Ada Wong olduğuna inanıyorum ve tabii ki yine bir işler peşinde. Pek çok şeyin arkasında o var gördüğümüz kadarıyla. En azından onun patronu.


???
Ada, Jake'in yanına eğilip "Wesker Jr." dediğinde hızla geçen görüntülerde bu adamı görüyoruz. Kendisi belli ki kötü-işler-peşinde-olan-ve-insanlar-üzerinde-deney-yapan bir bilim adamı. Jake'in virüse karşı bağışıklığının olması belki de bu adamın işidir. Veya Jake laboratuvar ortamında yetiştirilmiştir.


Teoriler ve Yorumlar

- Jake Muller aslında Steve Burnside mı?
Fragmanı ilk izlediğimde "Bu adam Steve değilse ne olayım!" demiştim. İnsanların kanının peşinde olması ve dış görünüşü (aradan on yıl civarı bir süre geçtiğini unutmayın) benim için büyük ipucu olmuştu. Bir de üstüne ikinci fragmanda Chris'in "Tanışıyor muyuz?" diye sorması ile neredeyse Steve olduğundan emin olmuştum. Hatırlarsanız Wesker; Steve, Veronica virüsüne karşı koyup hayatına kaybettikten sonra onun bedenini üzerinde deney yapmak üzere götürmüştü. O hızlı geçen görüntülerde gözüken adam Steve'in üzerinde deney yapıp onu hayata döndüren kişi olabilir. Ben bu teoriye sonuna kadar inanıyorum. Aile geçmişi olması bile beni tereddüte düşürmüyor. Capcom bu tarz şaşırtmacalara hep başvuruyor. Steve'in hafızası değiştirilmiş olabilir ve geçmişini yanlış hatırlıyor olabilir. Zombilerin kol gezdiği bir dünyadan bahsediyoruz. Ayrıca kanıt olarak sayılmasa bile (çünkü IMDB her zaman yanıltıcı olabilir) IMDB'de oyunda Steve Burnside'ın olduğu gözükmekte. Umarım Steve çıkar. Hem Claire'i de görebiliriz bu şekilde.



- Jill Valentine ve Chris Redfield evlendi mi?
Geçtiğimiz haftalarda Gameinformer dergisinin sızan taramaları olarak bazı resimler internette gezmeye başlamıştı. Burada Jill ve Chris'in evlendiğine dair bir bilgi vardı. Daha sonra onların sahte olduğu ortaya çıktı. Ancak o taramalardaki bazı bilgilerin tutması da düşündürmüyor değil insanı. Biliyorum, hiçbir geçerliliği yok bunların ama ben yine de paylaşmak istiyorum. Çünkü Resident Evil 5 ile ilgili duyduğum hemen her dedikodu sonunda gerçek çıkmıştı. Bu nedenle olmaz düşüncesiyle onları beynimden atmaya niyetim yok.
Aşağıdaki maddeler Resident Evil Türk'ten alınmıştır.

- Ada, oyunda kesinlikle olacak; ancak Leon'un bulunacağı Tall Oaks'ta olup olmayacağı şimdilik bilinmiyor.
Bu taramalar internete sızdığında ikinci fragman henüz çıkmamıştı ve Ada olması büyük ihtimal olan kadın da birinci fragmanda yoktu. Tamam kabul ediyorum, Leon'un olduğu bir oyunda Ada'nın da olacağını tahmin etmek için Capcom'dan bilgi almaya gerek yok. Ama yine de hayal kurabilirim değil mi? Ayrıca Ada'nın cidden de Tall Oaks'ta değil Çin'de olması düşündürüyor.

- Leon'un senaryosu, oynanış ve atmosfer açısından Resident Evil Revelations'a benzeyecek.
Leon'un korku, Chris'in aksiyon olduğunu önceden de belirtmiştim.

Diğerleri ise tamamen kabul edilemeyecek ama tamamen çürütülemeyecek maddeler. Belki de bu taramaları bu kadar akıllıca bir oyun yapan da maddelerin bu özelliğidir. Taramaların doğru olduğunu iddia etmiyorum ama:
- Jill Valentine, artık Chris'le beraber. RE 5 olaylarından çok kısa bir süre sonra Jill ile Chris evlenmişler. Jill, o zamandan beri saha ajanlığı yapmıyor; fakat hâlâ New York Şehri'ndeki BSAA karargahında biyolojik silah danışmanı olarak görevde.
Durum bu değilse Jill nerede? Hep Chris'in ortağı oldu. Neden şimdi Çin'de Chris'in yanında Jill değil de Piers var?



- Chris Redfield ölecek mi?
Bu da Tumblr'da okuduğum bir teori. Orijinaline şuradan bakabilirsiniz.
Capcom'un Resident Evil 6 sitesindeki karakter tanımlarında Chris ile ilgili şuna benzer bir cümle geçiyor:
"Chris, kendi hayatına mal olacak bile olsa biyoterorizm kaosuna neden olan kişiye karşı harekete geçmekte kararlıdır."
Ve Piers için de ilerde Chris'in yerine geçecek kişi benzeri bir tanım kullanılıyor. Yani kesin olarak değil ama Chris onu o şekilde görüyor. Bütün bunlar Chris'in ölümüne ve yeni bir ana karakterin doğacak olmasına işaret mi acaba?
Ölmesin ama. Jill ile de evlensin. Jake de Steve çıksın ve Claire ile kavuşsunlar. Çok şey istemiyorum bence. İstemiyorum, ı-ıh.


Fragmanlar





Karakter Resimleri

Büyük halleri için üstlerine tıklayın.







Siteler
- Resident Evil 6 Resmî Sitesi
- Resident Evil 6 Viral Site: No Hope Left
- Resident Evil 6 Viral Site: Raptor News
- Resident Evil Türk - Gerçekten çok becerikli ve çalışkan bir ekibi olan ve Resident Evil hakkında aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bir site.
- Resident Evil Wiki

Evet. Yazının sonuna geldik. Sorularınız veya paylaşmak istediğiniz bilgiler olursa yorum bırakmayı unutmayın. Oh be, sonunda fragmandan gelen tüm enerjiyi döktüm. Yoksa çatlayacaktım. Yeni fragman ne zaman gelecek acaba?

8 Nisan 2012 Pazar

19 Mart 2012 Pazartesi

Güneşli bir gün...

İşte yeni blogum:

http://maviyesilvegunes.blogspot.com

Tema çok hoşuma gitmesine rağmen birkaç sıkıntısı var. Internet Explorer'da çalışmaması gibi. Ve içteki scrollbarının fark etmesi zor olması gibi. Ama şimdilik bu temayı kullanacağım. Tadaaa!

Yeni bir blog...

Yeni bir blog açmayı düşünüyorum. Bu blogla onu terk edemeyecek kadar zaman geçirdim ama gerçekten bir alternatif bloga ihtiyacım var. Rengarenk bir şey açmak istiyorum. Cıvıl cıvıl. Çileklerden bahsetmek istiyorum. Güneşli günlerden. Hayatımda yaşadığım ufak mutlu anlardan. Kendimi motive etmek istiyorum. Bu blogun zıttı gibi. İçimdeki hüzünden çok içimdeki sevinci besleyecek bir blog. Bu blogun öyle bir bloga dönüşmesi için eski yazılardan kurtulmam lazım ama bunu yapamayacak kadar Yengeç burcuyum. İşte öyle, renkli bir blog gelebilir yakında. Ne kadar dayanır bilmiyorum. Bakacağız.

18 Mart 2012 Pazar

My father. I cannot get the thought out of my mind that...that I couldn't give him what he wanted because of the way that I am. That he secretly wished I could love him back in a way he could understand. Do you think if I were more like you he would have loved me more? - Astrid Farnsworth 

14 Mart 2012 Çarşamba

Anılar

Aklımda bazı anılar var. Hiç yaşamadım. Ama hayal değiller. Çok tuhaf bir duygu. Mesela güneş çok parlak olduğunda hatıralarım canlanıyor ama görüntü yok. Sadece duygular var. Canlanan duygular. Benden çok uzakta olan bir hayattan parçalar. Hiç yaşamadığım, hiç yaşamayacağım duygular.
Çok mutsuz ve umutsuzum bu günlerde. Kore hayallerimi de büyük ölçüde rafa kaldırdığımdan beri -ilerde eninde sonunda gideceğim ama asıl hayaller geride kaldı artık- yeniden amaçsızım. Yarınımı göremiyorum, beş yıl sonrasını göremiyorum. Yapmak istediğim hiçbir şey yok.
Sadece o güneşli günleri istiyorum. Mutlu olmayı hak eden bir insan olmak istiyorum. Ama hak ediyormuşum gibi hissetmiyorum. Bunalıyorum.
Güneş istiyorum. Mavi ve beyaz istiyorum. Güneş, mavi ve beyaz eşliğinde sevmek ve sevilmek istiyorum.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Ben de isterim!

Çok güzel bir fotoğraf makinesi için çekiliş var. Ben de katılayım dedim. Ne zamandır istediğim bir makineydi. Ama bir türlü alamadım. Çok hoş bir tesadüf oldu. Çekilişe şuradan bakabilirsiniz:

http://balkopugutasarim.blogspot.com/2012/02/bu-kimin-olsun.html

21 Şubat 2012 Salı

Woo Kyung

Do-il sits with a despondent Woo-kyung, who sighs, “Su-ah’s really pretty, isn’t she?” She calls her a heroine out of a manhwa, and Do-il concedes that she has that general look. She says that even she can see how pretty Su-ah is, and that all the guys prefer that princessy type over her own loudmouthed personality. [x]
Woo Kyung mutlu son elde etmedikçe, ben de edemeyecekmişim gibi hissetmeye başladım. Kendimi onunla öyle özdeşleştirdim ki!

16 Şubat 2012 Perşembe

"Sıradan bir günde" alınan kararlar listesi!

  • Okul kütüphanesine part-time çalışmak için başvurmak. Formu doldurdum bile.
  • Diyete devam etmek. On kilo verdim. Durmak yok!
  • Düzenli çalışmak. Çünkü birinci dönem aldığım 3.25, burs için hiç iyi bir not değil.
  • Kitap okumaya devam etmek. Sömestr tatilinden beri çok boşladım.
Şimdilik bu kadar. Olmayacak şeyler değil. Eğer öğle yemeğinde peynirli-zeytinli ekmek arası alırsam hem para açısından, hem de diyet açısından çok yardımı dokunur.
Hadi bakalım!

12 Şubat 2012 Pazar

Şlop Şlop

İzmir'e geldiğimden beri hayat çok kötü. Resmen kendimi bilgisayara yapıştırdım ve odama kapandım. Ama yine de üzerimdeki baskıyı hissediyorum.
Bir de kaplumbağalar var. İlk başta komikti, şimdi sinir bozucu olmaya başladı. Benim gibi bir hayvanseveri bile tiksindirmeyi başardılar. Çıkın hayatımdan kaplumbağalar. Her sabah onları beslemem için beni uyandırdıkları yetmiyormuş gibi, artık karınları doyduğunda da uyandırıyorlar. Öykü'yü çileden çıkaralım hadi...
Bir an önce işler yoluna girmeli. Çünkü ben çıldıracağım.

10 Şubat 2012 Cuma

Shut Up: Flower Boy Band

Sadece üç bölümünü izlemiş olmama rağmen kalbimi fetheden bir dramayla yeniden karşınızdayım. Yazım aslında dramaya hakkını hiç vermiyor. Size önerim, koşun izlemeye başlayın. Daha önce Kore draması izlemediyseniz de başlamak için hiç kötü bir an değil.

Shut Up: Flower Boy Band
















Öncelikle, bu drama hakkında bilmeniz gereken çok önemli bir şey var: Asla ama asla ismine ve afişlerine göre yargılamayın. Çünkü adı ve afişi, dizinin güzel yüzlü çocuklardan oluşan sevimli bir grup ile bu üyelerin tek bir kız etrafında dönen aşk çokgenlerini anlattığı izlenimi edinilebilir. Benim diziyi öven tonlarca yoruma rağmen diziden ilk iki hafta uzak durmamın en önemli nedeni buydu. (Boys Over Flowers'ı da herkes seviyor ve övüyor ama ben resimlerine bile tahammül edemiyorum mesela. Sadece sekiz bölüm izleyebildim. O da iki yılda... Hana Yori Dango'nun hatrına...)

Ama daha sonra zevklerini beğendiğim insanların da diziyi yere göğe sığdıramadığını görünce, ve evet -itiraf ediyorum- Sung Joon'un cazibesinin de büyük etkisiyle, diziye bir şans vermeye karar verdim. Ve son zamanlarda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu gördüm.

Dramanın konusu ise kısaca şöyle: Byung Hee ve arkadaşlarından oluşan "Göz Kamaştırıcı" isimli rock grubu bir baltaya sap olamayan öğrencilerden oluşan okullarının kapatılmasının ardından son derece lüks olan Jungsang Lisesi'ne transfer edilirler. Ancak buradaki müzik grubu ile en baştan aralarında bir rekabet başlar.

Konusunu olabildiğince basite indirgedim. Çünkü hemen her şeyi dramayı izlerken görmenizi isterim. 

Başta dramanın olmadığı şeyleri belirtmiştim. Şimdi gelelim olduklarına... Bunu maddeler halinde yazmak istiyorum.
*Baştan çıkartalım şunu aradan. Afişlerin doğru yansıttığı bir şey varsa o da grubun tüm üyelerinin bakması güzel Koreli erkekler olduğudur. Tamam, mutlu musunuz? Şimdi dramanın gerçek olumlu yönlerine bakalım.













*Derinliği olan karakterler. Eğer Kore dizileri ile haşır neşirseniz hepiniz sadece ana karakterlerin birkaç boyutlu bir karaktere sahip olduğunu ve diğer karakterlerin, özellikle kötülerin, dümdüz tek boyutlu karakterler olduğunu fark etmişsinizdir. Shut Up: Flower Boy Band afişinin ve adının yüzeyselliğine büyük bir zıtlıkla derinliği olan karakterlerden oluşmuş bir drama. Sadece ana karakterler değil,  her bir yan karakter size gerçeklermiş gibi geliyorlar. Daha ilk bölümden kendinizi grubun bir üyesi gibi hissediyorsunuz ve arkadaşlıklarının gücünü görebiliyorsunuz. Afişlerde gördüğümüz kızın da tipik "prenses, zengin kızı" olmamasının da beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. O tarz karakterlerden bir ömür yetecek kadar gördüm zaten.

*Çekimler. Popüler Kore dramalarının çoğu -KBS2, SBS, MBC gibi kanallarda yayınlananlar- hep bakması güzel dramalar olmuşlardır. Parlak renk tonlarıyla bana hep lolipop gibi gelirler Kore dramaları. Çok hoşuma gider o renkler. Çoğu dramanın çekimleri birbirine benzer. Hep aynı kalıplaşmış ve kabul görmüş çekim tarzında çekerler yönetmenler bölümleri. Ancak Shut Up: Flower Boy Band farklı ve atmosferin içine sokan çekimleriyle oradan da beni yakalamayı başardı.

*Müzikler. Evet Kpop seni seviyorum, eğlencelisin ama çoğu dramalarda rock adı altında elektro gitarla kendini gizleyerek insanların kanına girmen çok çirkin. Bu dizide gerçekten indie rock müzik var. Ayrıca ikinci bölümün sonunda çalan müzik içime işledi resmen. Bu kadar mükemmel bir müzik seçimi olamazdı.

*Senaryo. Kesinlikle bu kadar iyi bir şey beklemiyordum. Ana konunun yanı sıra hiçbir sahne boşaymış hissi uyandırmıyor. Her diyalog yerli yerinde ve bölümler dolu dolu geçiyor. Her karakterin bir hikayesi, bir geçmişi var ve bu ilk bölümlerde onlara ufak ufak bakma şansını yakalıyoruz.

Dizi hakkında yazacaklarım bu kadar. Aslında uzun uzun karakterlerden bahsetmek istiyordum ama eğer bu yazı birisini bile diziyi izlemeye itecekse, o kişinin karakterleri dizide keşfetmesini isterim. Uzun ve ayrıntılı yazımı dizi bittikten sonrasına saklıyorum.

Sırf dizi hakkında bir şeyler dememek için diziyi pek cazip kılmadığımın farkındayım. Ama size şu iyiliği yapacağım:

Son olarak, dramanın daha üç bölümünü izlediğimi tekrar belirteyim. (Ve zaten dört bölümü çıktı daha.) Harika başlayıp çeşitli koşullar yüzünden ikinci yarısında yıkılan diziler var. O yüzden dizi bitene kadar pek bir şey söylemek istemiyorum. Ama şu anda mükemmel. Hadi koşun izleyin şimdi.

9 Şubat 2012 Perşembe

Ben artık pek blog yazmıyorum. İçimde kaybettiğim şey her ne ise, umarım ölmemiş; sadece derinlere gömülmüştür. Hayat, yazmayınca daha da anlamsız.