28 Aralık 2010 Salı

Blink


Bugün Doctor Who'nun insanların dilinden düşürmediği bölüm olan Blink'i izledim sonunda. Zaten epeydir aklımdaydı. Sonunda oturup izleyebildim. Gerçekten söylendiği kadar vardı bölüm. Gerçi yazarı Steven Moffat olduğu için şüphem yoktu harikalığından, yine de şaşırtmayı başardı.
Sadece lafta değil Blink'in başarısı, IMDB puanı 9.7. Ve Wikipedia'dan da şu alıntıyı yapayım: "For "Blink", Steven Moffat won the BAFTA Craft and BAFTA Cymru awards for Best Writer, and the Hugo Award for Best Dramatic Presentation, Short Form."
Bölümün içeriği ile ilgili fazla bilgi vermek istemiyorum. Hepsini izlerken görmeniz daha iyi. Yine de "Güzel, izleyin," demek pek yeterli olmuyor. Bu bölümde Sally Sparrow isimli bir karakter eski bir eve fotoğraf çekmek niyetiyle giriyor. Sonra duvarda, duvar kağıdının altında bir yazı görüyor. "Beware!" Duvar kağıdının gerisini yırttığında ise adını duvarda yazılı görüyor. Bunun üzerine arkadaşıyla bu evi araştırmaya başlıyorlar. Sally bir önceki gün gördüğü ağlayan melek heykelinin ertesi gün başka bir yerde olduğunu fark ediyor. Ve arkadaşı birden bire evin içinde kayboluyor.
Bu bölümü anlamak için diğer bölümleri izlemiş olmanıza gerek yok. Doctor'un mavi bir polis kulübesi ile zamanda yolculuk yaptığını bilmeniz yeterli. Mükemmel senaryosu, Carey Mulligan ve tabii ki Doctor Who bölümü olması bu bölümü kaçırılmaması gereken bir bölüm yapıyor. Merak ediyorsanız: 3. sezon 10. bölüm. ^^

Miracles

"The universe is big, it's vast and complicated, and ridiculous. And sometimes, very rarely, impossible things just happen and we call them miracles." - The Doctor

27 Aralık 2010 Pazartesi

A Christmas Carol



Böyle harika bir resim olamaz! Yoksa siz hâlâ Doctor Who izlemediniz mi?

Yeni Tema! Yine!

Yeni bir temam var! Yeeey! Üzerinde epey bir oynama yaptım. Sadece şu "özlü sözler" yerine yazacak bir şey bulamadım, silmek de içimden gelmedi. O yüzden onlar duruyor. Belki aklıma bir şey gelirse değiştiririm. Aerith resimleri çok güzel oldu. Yorum seçeneği yok temanın ama olsun. Çok hoşuma gitti ne yapayım! İyi gezinmeler. :D

26 Aralık 2010 Pazar

Yılbaşı!

Bu sene yılbaşını arkadaşlarımla geçireceğim ilk defa. Tuğçe ve Damla ile Damla'nın evinde kutlayacağız. Normalde evde yılbaşı için yalnız kalan gençler pek çok etkinlik bulabilir. Bunun başında içmek ve kopmak gelir. Ama bizim yılbaşı planımız tamamen şu:
Film izlemek ve UNO oynamak.
Üç film izleyeceğiz. Biri I'm A Cyborg But That's OK (kanlarına ben girdim), diğeri A Tale Of Two Sisters (bunu kapkaranlık bir odada izleyeceğiz, nihoha), üçüncüsünü ise Tuğçe seçip getirecek.
Ve bizim yılbaşı planımız bana en güzeliymiş gibi geliyor. Daha ne olsun ki?

22 Aralık 2010 Çarşamba

Video

Şu birkaç gündür tek bir videoya saplanmış durumdayım. Sürekli izliyorum. Durmadan, bıkmadan. İzlemediğim zamanlarda o videoda çalan müziği dinliyorum. Onu dinlemesem bile video beynimde devamlı oynuyor hiç durmadan. Çok önemsiz bir video. Çok sıradan... Ama hayatın anlamı o videonun içinde gizliymiş gibi gözlerim açıkken, gözlerim kapalıyken, uyurken hep onu izliyorum. Bir anlamı yok yazdıklarımın. Kimseye videoyu göstereceğimi sanmıyorum yani. Ama zaten bu blogda herhangi bir vaatim olmadı yazacaklarıma dair. O yüzden anlamı olmak zorunda da değil.
Hayatımın amacını güçlendirmeme çok büyük yardımcı oldu o video. Artık hayatımın anlamını biliyorum. Bu dünyaya neden geldiğimi biliyorum.
Hayattan hiçbir beklentimin olmadığı bir bunalım dönemine girmiştim. Sanırım artık daha iyiyim.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Blondies

Beni yakından tanıyan insanlar sarışın erkeklere olan ilgimden haberdardır mutlaka. Hele de renkli gözlülerse bakmaktan alıkoyamam kendimi.
Şu sıralar izlediğim tüm dizilerde sarışın erkekler olduğu için (evet Kore dizilerinden biraz uzaklaştım) kafamda tüm beğendiğim sarışın erkekler dolaşmaya başladı. Çok boş bir iş olduğunun farkındayım ama uğraşacak bir iş arıyorum ve şimdi oturup beğendiğim sarışın ünlülerin listesini yapacağım. Emin olun atlamak zorunda kaldığım bir sürü olacak, çünkü sarışın sevdam beş-altı yaşlarıma kadar iniyor. Bu yüzden en belirgin olanları koyacağım listeye. xD

Macaulay Culkin
Hatırlayabildiğim ilk aşık olduğum sarışın Macauley Culkin'di. Pek çok kişinin aksine ben onu Evde Tek Başına'dan değil My Girl (Kız Arkadaşım veya çoğu kişinin bildiği şekilde: çocuğu arı sokan film) ve Richie Rich filmlerinden tanıyordum. Macauley Culkin aşkı kısa sürdü ama My Girl'ün etkileri hâlâ devam etmekte. Ayrıca şu anki halini de hiç beğenmediğimi eklemeliyim.

Leonardo DiCaprio
Altı yaşında Titanic'i ilk izlediğimde beni çok etkilediğini itiraf etmeliyim. Zaten o dönemde Titanic'i izleyip de Leonardo DiCaprio'ya aşık olmayan bir genç kız yoktu. Ben biraz fazla genç kaçıyordum o kadar. Ama cidden çok seviyordum o zamanlar. Günlüğümde onun TV'de yayınlanacak filmlerini nasıl dört gözle beklediğimden falan bahsetmişim. Duvarımdaki devasa Titanic afişindeki resmini de her akşam uyumadan önce öperdim. Ve dört bir yana Cake yazdığımı hatırlıyorum. (Altı yaşında ve hiçbir şekilde İngilizce ile alakası olmayan bir kız olarak "Cek" yazmadığıma şükredin. Gerçi kulağa kekten daha güzel geliyor ama...)

Wesley Barker
Ahh işte bu listeye girmiş girecek tüm sarışınlar arasındaki en büyük aşkım. (Bir tane daha var ama onun adını bilmediğim için listeye koyamayacağım. O yüzden bu tek en büyük.) Ciddi anlamda aşıktım bu çocuğa. İstanbul'da halamlarda kaldığımızda Fox Kids'teki Big Bad Beetleborgs dizisinde onu görmüş ve direkt vurulmuştum. İstanbul'da geçen koca bir yazın tamamını dışarda gezmek yerine TV başında Wesley beklemekle geçirdiğimi söylememe gerek yok sanırım. Samsun'a döndüğümüzde aylarca Digitürk için babamın başının etini yemem de bu yüzden. Digitürk'ün bağlattığımız ay dizi yayından yeni kalkmıştı. 10 yaşındaki Küçük Öykü'nün kalbinin kırılma sesini siz de duydunuz, değil mi? Ama hikâye burada bitmiyor. 16 yaşında kazık kadar bir kızken aklıma düştü bu sarışın delikanlı. Acaba ne yapıyordu? Hâlâ dizilerde oynuyor muydu? Big Bad Beetleborgs adını hatırlamak epey zor olmuştu altı yıldan sonra ama gerisi çorap söküğü gibi geldi. Sonrasında pek fazla yerde gözükmeyen Wesley'in MySpace'ine kadar bulmuştum. (Birkaç dizide konuk oyuncu olmuştu ve o bölümleri de indirip, Wesley arşivi yapmıştım. Evet iki sene önce! Gelmeyin üstüme. xD) Benden 8 yaş büyük olması büyük bir şok olmuştu. MySpace profilinde sevgilisinin ona yazdığı mesajları da görünce aşkımı kalbime gömmeye karar verdim. xD Arada bir yeni bir yerlerde görünmüş mü diye kontrol ediyorum ama... xD

David Anders
Hayatımda ilk defa bir kötü karakteri sevmeme neden olan insandır bu. Alias'taki Julian Sark benim tüm o "İyiler süperdir, kötüler iğrençtir!" diye düşünen saf halimi götürüp "Kötüler de süper olabiliyormuş," dememi sağlamıştır. O masum bakışı ve elindeki pompalı tüfeğiyle günün ortasında, insanların içinde nasıl da öldürmüştü o adamı. Yerim onu. Heroes'da da epey oynamış. Bir ara onun olduğu bölümleri izleyeceğim mutlaka.

Michael Vartan
Yine Alias'tan bir yakışıklı geliyoooor. Michael Vartan! Ya da Alias'taki adıyla Michael Vaughn. Beyaz atlı CIA ajanım benim. Erkeklerdeki kazak ve sweatshirt saplantımın nedeni de tamamen bu adamdır! Şu üstündeki gibi ince siyah/lacivert kazaklar, sweatshirtler falan giyip duruyordu dizide. (Takım elbise giymediği zamanlarda.) Ve çok yakışıyordu! Gerçekte de Jennifer Garner ile evlenmesini falan isterdim. Ama Jennifer Garner onu Ben Affleck için terk etti. Kader...

Jason Dohring
Soyadı için her seferinde IMDB'ye bakmam gerekse de son zamanlarda en beğendiğim sarışınlardan biri Jason *resmin üstüne bakar* Dohring. 11. sınıftan 12. sınıfa geçtiğim yaz CNBC-e'ye epey merak sarmıştım ve o yaz Terminator: The Sarah Connor Chronicles ile Moonlight favori dizilerim olmuştu. Ve Jason Dohring, Moonlight'taki Josef isimli vampiri canlandırıyordu. Zevk düşkünü, bol para sahibi, keyfince kan içmekten çekinmeyen bir vampirdi. Yani mükemmeldi! Ne yazık ki dizi bir sezon sürdü. O da 16 bölüm... Ve Josef de esas vampir değil, onun arkadaşıydı. Yani çok da göz önünde değildi. Geçen gün Veronica Mars'a başladığımda onu görmek çok harika bir sürpriz ve Veronica Mars'ı gözümü kırpmadan izlemem için bir neden oldu.

Evet, aklıma gelen sarışınlar bunlar. Küçüklük aşklarımdan bir de Kevin Zegers var (o basketbol oynayan Buddy isimli köpeğin olduğu filmdeki çocuk) ama o daha çok kumral, o yüzden onu eklemedim. Bu yazı açıp açıp bakacağım cinsten bir şey oldu. Saat 2:30 oldu, artık yatsam iyi olacak. Rüyamda bol sarışın göreceğim bu gidişle...

14 Aralık 2010 Salı

ELF

Duyuyor musunuz ELFlerin sesini?



I'm A Cyborg But That's OK

Hayatım tamamen tekdüze (geçen seneden bile daha tekdüze) olduğu için bloga yazacak pek bir şey bulamıyorum. Ev dışında bulunduğum sadece tek bir yer var. Orada da ders alıyorum zaten. xD Bu yüzden de izlediğim filmleri, dramaları vs. daha sık anlatmaya başlayabilirim. Burada da bu durumu görüyoruz zaten. xD

Şimdi size uzun zamandır izlediğim en sevimli filmlerden biri olan I'm A Cyborg But That's OK'den bahsedeceğim.



Film bir deliler hastanesinde geçiyor. Cyborg olduğunu iddia eden bir kız olan Young-goon, bozulacağı korkusuyla yemek yemeyi reddettiği için annesi onu deliler hastanesine yatırıyor. Burada çok kibar olduğu için sürekli geri geri yürüyenden tutun, belinde görünmez bir lastik olduğunu düşünene kadar pek çok renkli karakter var. Young-goon yanında onların da geçmişlerine şahit oluyoruz. Ancak Young-goon'u asıl etkileyecek olan karakter anti-sosyal ve şizofrenik tanısı konmuş, ayrıca çalma hastalığı olan Il-sun'dur. (Bi Rain oynamaktadır kendisini. Ninja Assassin'den biliyorsunuzdur. :D) Olaylara onların bakış açısından bakmamızı sağlayan film oldukça sevimli ve eğlenceli bir film. Elbette hüzünlü sahneler de var ama genel olarak üzerinizde pozitif etkiler bırakan sahnelerle dolu. Ben çok zekice ve eşsiz buldum filmi. En sevdiğim filmler arasına roket hızıyla çıktı. Ama çok aman aman bir film kültürüm yok. O yüzden bilemeyeceğim siz nasıl bulursunuz. Pek fazla bahsetmek de istemiyorum filmden, her bir ayrıntıyı izleyerek görmeniz çok daha güzel olacak. O yüzden bu yazı filmin hakkını hiç vermedi... Heh, bir de filmi fragmanı izlemeden izlemenizi öneririm. Fragmanda çok fazla şey var gibi geldi bana.
Şimdi orijinal DVD'sini arıyorum filmin. 88 dolarlık bir tane buldum, özel versiyon. Ööööh! xD Çok güzel görünüyor gerçi. Yanında ekstra bir sürü şey veriyorlar. Ama çok pahalı yaa... Üstelik İngilizce altyazı seçeneği de yoktu. Neyse, internetten kolaylıkla bulabilirsiniz Türkçe altyazılı olarak.

Not: Ne kadar saçma sapan bir yazı oldu bu. Bence siz gidip filmi izleyin ve bu yazıyı unutun. xD

10 Aralık 2010 Cuma

Kış

Yeni taşındığımız evin olduğu siteye çıkan otobüs kar yağdığında çıkamıyor. Kısacası kar yağdığında burada mahsur kalacağız. Yaşasın! Keşke ben mezun olmadan taşınsaymışız buraya...

Bakış Açısı

Aşk gerçek olmasa ama iki kişi onun gerçek olduğuna inansa, bu iki kişi birbirine karşı hissettiği duygunun aşk olduğunu düşünse, ölene dek birlikte mutlu bir hayat sürse, aşkın gerçek olmamasının bir önemi kalır mı?

6 Aralık 2010 Pazartesi

You're Beautiful

Not: Aşağıdaki yazı spoiler içerebilir. Dramayı bitirdiğim şu anda anlatacak kimseyi bulamadığım ve deli gibi hakkında konuşmak istediğim için bu yazıyı yazıyorum. Eğer dramayı izlemek istiyorsanız karakter tanıtımlarını okumayın. ^^
Ve eğer dramalar hakkında yeni yazılarımı okumak isterseniz drama blogum: http://yunaninkoregunlugu.blogspot.com


Bu dramayı gerçekten çok sevdim, çok eğlenerek izledim. Az önce bitirdiğim için içimde bir burukluk var. Daha dün ilk bölümden başladım ama sanki yıllardır izliyormuşum gibi bir duygu var içimde. Çoğu dramada yaşıyorum bu duyguyu.

You're Beautiful, ünlü bir grubun üyesi olacak ikiz erkek kardeşinin yerine geçmek zorunda olan Go Mi Nyu'nun hikâyesini anlatıyor. A.N.Jell (Angel) isimli grubun üç üyesi var ve tahmin edebileceğiniz gibi pek çok aşk üçgeni ihtimali var. Bu dramanın güzel yanı bunu baymadan yapabilmeyi başarması. (Dramanın bir sahnesinde sinir krizi geçirdim ama diğer dramalarla kıyaslandığında tek bir kriz hiçbir şey sayılır. Boys Over Flowers izlerken görmelisiniz beni. İşte o zaman gerçek krizi görürsünüz.) Bu dramayı ilk izlemeye başladığımda (bir sene önce falan) benim beğendiğim oğlanın esas oğlan olmadığını fark edip bırakmıştım drama boyunca sinir olacağım diye. Ama dün artık dayanamadım. Üç bölüm izleyip bıraktığım için vicdanım sızlıyordu. Ben de başladım ve bitirdim. :D

A.N.Jell üyelerini tanıtayım hemen:

Hwang Tae Kyung (Esas Oğlan)
İlk başta kesinlikle hiç beğenmedim. Saç modeli, giyim tarzı, konuşma şekli hepsi komik görünüyordu. Kaşlarına da uyuz olmuştum. Esas oğlanın o olduğu çok barizdi ama. Klasik takıntılı, sosyal yeteneği sıfır olan, odunluk üzerine master yapmış, ama ayrıca hafif de salak olan karakter. Ancak kabul etmeliyim ki gülümsediği zaman çok ama çok sevimli oluyor bu çocuk. Bir anda beş yaşında bebek oluyor sanki, yanaklarını sıkasınız geliyor. Zaten kabullendim, çok sevdiğim bir karakter oldu kendisi. Ama öyle bir rakibi var ki! İlk defa bir dramada kızın kavuştuğu kişinin başkası olmasını istedim! (Spoiler sayılmaz, esas oğlan yani, kızın ona kavuşacağını ilk bölümden anlıyorsunuz.)


Kang Shin Woo (Rakip)
Bir sene önce bu dramaya başladığımda daha ilk bölümden kızın kız olduğunu anlayıp ona yardım etmeye başlamasıyla kalbimi fethetmişti. Ancak onun kalbinin kırılışını izlememek için dramayı bırakmıştım. O zamanlar Kore müzik piyasasını pek bilmiyordum. Geçtiğimiz aylarda dramanın oyuncularına baktığımda "Amanın! Jung Yong Hwa mı oynuyormuş o karakteri!? Nasıl fark etmedim! Daha da çok sevdim şimdi!" şeklinde bir tepki vermiştim. Her neyse, Mi Nyu'nun kız olduğunu daha ilk tanıştığı anda anlayıp ona çaktırmadan sürekli yardım eden Shin Woo, zamanla ona aşık olmaya başlıyor. Şunu söylemeliyim ki bu karaktere kesinlikle diğer dramalardaki "üçüncü şahıs"lara kıyasla kıyak geçilmiş. Sonuna kadar karizmasını bozmayan bir karakter. Genelde rakip karakterler esas oğlan ile kızın arasını bozacak bazı hareketlerde bulunurlar, Shin Woo kesinlikle öyle değil. Ayrıca dizideki en mükemmel sahnelerin yine Shin Woo'nun sahneleri olması da ona kıyak geçildiğinin bir göstergesi. Şikayetçi değilim. :D


Jeremy
Sizi dramanın en sevimli karakteriyle tanıştırayım! Onu gördüğünüz her sahnede kahkahalara boğulabilirsiniz. Ancak bir tane de duygusal sahnesi var ki, gözlerim dolu dolu izledim. Birkaç ay önceki ben izleseydi o sahneyi, saatlerce ağlayabilirdi. Jeremy grubun en saf üyesi. Diğer iki üye Mi Nyu'nun kız olduğunu çakmış ve çoktan abayı yakmışken Jeremy onların arasında gay ilişki olduğundan şüphelenip kendi kendini yiyip duruyordu. Ancak o da yavaş yavaş ona aşık olmaya başlayınca, Mi Nyu'dan köşe bucak kaçmaya başladı. Sonunda "Aşık olmak suç değildir. Aşık olduğun sürece kime aşık olduğun önemli değildir." temalı bir kitap okuyup, o da aşık olduğunu kabul etti kendi kendine. Onun kız olduğunu öğrendiğinde yaşadığı sevinci görmeniz lazım!

Go Mi Nam/Go Mi Nyu (Esas Kız)
Rahibe olmak üzere eğitim alırken ikiz erkek kardeşi Mi Nam'ın yerine geçmek zorunda kalan sakar ve olabildiğince saf bir kız. Bir şeyi açıkça suratına söylemedikçe hiçbir şey çakmıyor. Oldukça eğlenceli bir karakter. Öyle bir birine, bir öbürüne de ümit vermiyor. Ancak keşke Shin Woo'nun onun kız olduğunu bildiğini anlasaydı. Drama tamamen farklı bir yolda ilerleyebilirdi. Ama o zaman çok kolay biterdi her şey. İlla uzatacaklar dramayı... Neyse. :D

Sonuç olarak, hiçbir şey için olmasa bile Shin Woo'nun sahneleri için izlemeye değer bir drama.
En sevdiğim sahnenin videosunu bulamadım ama bunu da paylaşmazsam içimde kalırdı:


Tamam, ohh rahatladım.

28 Kasım 2010 Pazar

My Story



Tidus:
I don't know, but I have to try. This is my story. It'll go the way I want it...or I'll end it here.

Yuna: Wait. You say it's your story, but it's my story, too, you know? It would be so easy...to let my fate just carry me away...following this same path my whole life through. But I know...I can't. What I do, I do...with no regrets."

18 Kasım 2010 Perşembe

Beklediğim Oyunlar

Şu sıralar beklemekte olduğum birkaç tane oyun var. Şimdi bunların trailerlarını paylaşacağım sizinle! Hiçbiri de çıkmak bilmiyor! Trailerları izleyip izleyip mutlu oluyorum. xD Bunlar dışında Final Fantasy Agito XIII var ama henüz onun için heyecanlanacak kadar bilgi öğrenemedik. Tabii bir de yıllardır oynamak istediğim Final Fantasy VII: Before Crisis'in PSP versiyonu var ama onun da sadece adı geçti, görüntü bile yok!

1-Final Fantasy Versus XIII


2-The Last Story


3-Professor Layton and the Unwound Future


4-Time Travelers


5-Resident Evil: Revelations


6-Professor Layton vs. Phoenix Wright

13 Kasım 2010 Cumartesi

The Promise

Super Junior, SHINee, Kore pop müziği falan iyi, hoş, eğlenceli, seviyorum falan ama özümü unutmuş değilim...

Böyle bir şey yok arkadaşım! Mükemmelliğin tanımısın Within Temptation.

8 Kasım 2010 Pazartesi

I Do

Super Junior'ın Super Show 2 isimli Asya turlarından (Türkiye'ye Asya muamelesi yapsalar bir de!) bir şarkı: Marry U
Orada olabilmek, Kyuhyun'u mavi çubuğu sallarken izleyebilmek, Leeteuk'un elini tutabilmek, Kangin'in fışkırttığı baloncuklarda(!) ıslanabilmek, Heechul'un eline resim tutuşturabilmek, Shindong'un komik danslarına gülebilmek, Hangeng'e sarılabilmek, Donghae'nin kameraya şebeklik yapmasını izleyebilmek, ve diğerlerine de doya doya bakabilmek için nelerimi vermezdim! Çok tatlısınız be!

4 Kasım 2010 Perşembe

Şımarasım var bugün...

Benim annem ile babam ayrı. Bilmeyen varsa diye baştan söyleyeyim dedim. Onlar ayrıldıklarında bir kez olsun göz yaşı dökmedim, bir kez olsun anneme zorluk çıkarmadım. Her şeyi gülümseyerek karşıladım. Evi bırakıp giderken gülümsedim anneme, daha kolay çeksin kapıyı diye. Sonra hemen o akşam babam geldiğinde babamın yanına gittim, ona da gülümsedim, üzülmediğimi görsün ve o da üzülmesin diye. Annemin gitmesine üzülecek hali yoktu zaten, üzülse üzülse ben veya kardeşim üzülürse üzülürdü. (Ondan da pek emin değilim ya!) Ertesi gün okula gidince gülümsedim herkese. "Anneanneme yerleştik, ohh çok güzel oldu," dedim. Ne diyecektim? Annem ve babam artık kavga etmeyecek, akşamları kardeşimi odama alıp annemle babamın bağrışlarını duymasın diye ses sisteminin sesini sonuna kadar açıp dans etmeyeceğim diye üzülecek miydim bir de?! Her akşam sofraya oturduğumda beni inceleyen ve sürekli kusurlarımı bulup yüzüme vuran bir babam olmayacak diye mi üzülecektim? Üzülmeyecektim tabii!
Ama üzülmesem bile, zordu. Hayatımda tekrar yaşamayı asla ama asla istemem o dönemleri. O yüzden bugün üzüleceğim. Bugün kendimi şımartacağım.
"Aaa Şirin, kızın ne kadar olgun!" diyip duruyorlardı. Annem hâlâ şımarık küçük bir kız olduğumu, olgunlukla uzaktan yakından alakam olmadığını savunur. Benim yerimde başka bir kız olsaydı ne yapardı hiç düşünmüyor...

Neyse, özellikle babam zorlaştırmıştı bu ayrılma işini benim için. Hiç üzülmediğim halde sürekli "Üzülme kızım, üzülme," diyordu. Zorla üzmeye çalışıyordu sanki beni!
En net anım o günlerden (hoş iki sene önceydi, unutmak için çok erken) evden ayrıldığımız haftanın hafta sonunda babama gitmiştim. Artık aksilik bu ya durduk yerde dizimi incitmiştim. (Daha sonra üç gün yürüyememiştim acıdan!) Hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Çok acıyordu canım. Yere yığılmıştım incindiği anda. Ayağa bile kalkamıyordum. Halam veya amcamlar falan vardı babamda o akşam. Onlar yardım etti bana, yatağa yatırdılar. "Canım acıyor," diyorum babam yüzümü okşuyor. "Tabii üzüldü, içine attı," diye. Ben deliriyorum! Orda artık "Ne üzülmesi be! Manyak mısın?! Burda canım acıyor! Benim yerimde olsan görürdün!" diye saymıştım. Babam "Acır tabii, acır, üzüldüğünü biliyorum," diye hâlâ yüzümü okşuyor. O an anlıyorum nasıl isabetli bir karar olduğunu gitmemizin. Babamın nasıl bana etiketler yapıştırdığı, nasıl beni olduğumdan tamamen farklı biri sandığı kafamda iyice netleşiyor.
İşte en kötü anım bu o ayrılma döneminden. Babamın bana zorla hüzün dayatması...

En çok üzen ayrılmaları değil. Ayrılacak duruma gelmeleri. En başından beri o durumda olmaları. Hiçbir zaman böyle mutlu mesut bir aile ortamım olmadı. Nasıl olur bilmiyorum da... Annem kendi babasını anlatıyor... Masal gibi geliyor bana. Gerçek değilmiş gibi. Gerçekte öyle bir baba olamazmış gibi. Tüm babalar eve gelir, çocuklarına bir şeyler satın alır "Bakın sizi düşünüyorum, ne isterseniz alıyorum," der, sonra odasına kapanır diye düşünüyorum hep. Babamdan nefret de edemiyorum bu yüzden. "Bana istediğimi alıyor," diyorum. "Ne istersem alıyor! Daha ne yapsın!" Daha fazlasını bilmediğim için, babam da bilmediği için, kızamıyorum. Elinden geldiğini yaptığını biliyorum! İstediğimizi almanın yapmayı bildiği tek şey olduğu için kızamıyorum! Ama yetmediğini de biliyorum.

Hem bu kadar eksik hissedip, hem de daha fazlasını istemenin nankörlük olacağını bilmek çok yoruyor beni, çok...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Kyuhyun

İşte bu o. Kyuhyun diyordum ya, peşinden koştuğum hayaller diyordum ya, o bu işte.



3:43'teki "Evet, biliyorum, mükemmelim," bakışına dikkat. Evet, biliyorum, mükemmelsin.

21 Ekim 2010 Perşembe

Konayuki

Bugün uzun süre sonra ilk defa Konayuki dinledim. Nakarat başladığı anda One Litre Of Tears'ı izlerken hissettiğim bütün duygular hücum etti beynime.

Ben kendi hayatımın amacını bulmuştum bu dizi ve bu şarkı sayesinde. İnsan ne kadar çabuk unutabiliyor aldığı kararları.

Önemsiz şeylerle yine üzüyordum canımı durduk yere. Bana önem vermeyen biri için üzülüyordum. Uğruna tek bir damla bile göz yaşı dökmeye değmeyen insanlar için göz yaşı döktüm. Hunharca harcadım sahip olduğum günleri. Dikkatim dağıldı, amacımı unuttum.

Şimdi şarkı aklıma geldi ve indirdim. Ve artık her şey yeniden çok net. Amacımı biliyorum, aradığım şeyi biliyorum. Hiç bulur muyum bilmiyorum ama aramayı bırakmayacağım... Her Konayuki dinlediğimde ve hatta 3 Gatsu 9 Ka da dinlediğimde hatırlayacağım amacımı.

19 Ekim 2010 Salı

Kimi ni Shika Kikoenai

Az önce bu dört bölümden oluşan mangayı okudum ve bayıldım! Hikâyesi izlediğim bir filme inanılmaz derecede benziyor. Filmin adını vermeyeceğim çünkü izlemiş olanlar için de manganın sonunu söylemiş olmayayım. Zaten çok büyük farklılıklar da var. Manga zaten bir romandan uyarlama. Ve roman da izlediğim filmden beş yıl önce çıkmış. Tesadüf olabilir benzemeleri. Önemli de değil. (Şu anda dramasının da olduğunu fark ettim. Yazımı bitirdikten hemen sonra koşup izleyeceğim evet.)



Hikâyenin ana karakteri, Ryo isimli liseli bir kız. Ryo hariç okuldaki herkesin bir cep telefonu var. Ryo da çok istemesine rağmen arayacak tek bir kişisi bile olmadığı için almıyor. İnsanlarla iletişim kurmakta çok zorlanıyor ve bu yüzden de hiç arkadaşı yok.
Ryo kafasında bir cep telefonu yaratmaya karar veriyor. Hayali cep telefonuna özellikler ekleyip mutlu oluyor. Derken bir gün ilginç bir şekilde telefonu çalıyor ve Ryo hayali telefonunu açtığında karşı tarafta bir oğlanın sesini duyuyor. Ve Ryo ile Nozaki'nin sıradışı hikâyesi böyle başlıyor.

Okumak isterseniz:
http://www.mangafox.com/manga/kimi_ni_shika_kikoenai/

17 Ekim 2010 Pazar

Shoujo Oku(ya)mamak

Artık shoujo okuyamıyorum. Çok sıkıntılıyım bu konuda. Neden diye sorarsanız önceden liseli bir genç kızdım ve okuyabiliyordum. Ama şimdi liseden mezun oldum ama shoujo manga karakterleri hâlâ liseli!
Ne aşklar var ne aşklar. Ben lisede doğru dürüst birinden bile hoşlanamadım, kızlar hayatlarının aşkını buluyor!
Benim gibi her okuduğundan etkilenen, hâlâ beyaz atlı prensini bekleyen bir kız için üzücü bir durum. İstediğiniz gibi alay edebilirsiniz. Gerçek hayatın öyle olmadığını, sadece kendimi üzeceğimi söyleyebilirsiniz ama inanıyorum ben işte!
Seneler önce söz verdim kendime. Büyümeyeceğim, dedim. Bir şekilde tabii ki büyüyorum ama bu hayallere inanan yanım hiç geçmeyecek.
Neyse, neticede ben liseden mezun oldum ve binlerce shoujo karakteri lisede hatta bazıları orta okulda buluyor hayatının aşkını.
Bir gidin ya... Cidden...
Hele Sakura! Ah Sakura! Seni bile izleyemez oldum. 10 yaşında tanıştı Shaoran ile, 12 yaşında sevgili olmuşlardı.
Sakura ve Shaoran... Hep sizin yüzünüzden bunlar. Çocukluğumu, gençliğimi çürüttünüz.
Yine de ikinizi sevmeden duramıyorum.
He, bir de yeni chapter beklediğim tüm shoujo mangaların çevirisi durdu. Lanetlendim sanırım. Oneshot okuyup duruyorum. Üç günde deli divane aşık olan liseli öğrencilerin hikâyesi. Tabii 40 sayfaya sığdırırsan olacak budur.
Ay çok doluyum. Gidip Rubicon izleyeyim ben. Mangalardan ve animelerden biraz (çok az canım, yoksa gece Bleach izleyeceğim yani) uzaklaşayım.
Yine de bir bakayım Gakuen Alice'in yeni chapterı gelmiş mi...

10 Ekim 2010 Pazar

Değişken

Blog temalarımdan çok çabuk sıkıldığımı fark ettim. Yeni bir şey değil bu gerçi ama bahsetmedim sanırım daha önce. Ancak üşengeçliğim dengeliyor bu değişkenliğimi ve uzun süre kalıyor temam.
Ama çok ilginç bir durum benimkisi. Daha iki hafta önce "İşte bu! Bu beni tam anlatıyor!" diye sarıldığım tema, şimdi "Hayır, olmamış bu. Benim gibi değil..." dememe neden olabiliyor.
Bunun nedenini beni iyi tanıyan insanlar çok kolay tahmin etmiştir. Değişken karakterimin bir sonucu bu.
Evet, korkutucu derecede değişken bir insanım. Bazen haftalar, günler, saatler değil saniyeler sürüyor iki ruh halim arasındaki zaman dilimi. Hiçbir zaman şikayetçi olmadım bu durumumdan gerçi. Değişken olmayı seviyorum. Hep tek bir ruh haline saplı kalmak yorucu ve sıkıcı bence. Evet "Hayatım mahvoldu! Artık ölsem yeridir!" şeklinde dramatik haykırışlarımın tam ardından "Ben bu dünyadaki en şanslı insanım!" diye sevinç çığlıkları atmam insanların neye uğradığını şaşırmasına neden oluyor ama bir noktadan sonra alışıyorlar. Ya da alışmış taklidi yapıyorlar. Ki bence ikincisi. Sadece ne kadar dumur olsalar da tepki veremeyecek kadar eğitiyorlar kendilerini sanırım.
Bu özelliğimden en çok çeken şüphesiz ki annemdir. Odama ağlayarak girip, gülerek çıkıp, kızarak dönüp, ağlayarak çıkıp, gülerek dönmem çok da nadir rastlanan bir durum değil günlük yaşantımızda.
Başkası olsa kesinlikle delirirdi. Çelik sinirli annemi sevgiyle kucaklıyorum. Ya da benim yüzümden çelik sinirli oldu. Yine de mükemmelsin annecik. Ama hâlâ hamster veya köpek veya hiç olmadı kedi almama izin vermiyorsun, unutmuş değilim.
He, bu arada nihayet ben de bir HDTV sahibiyim. Yaşasın yüksek çözünürlüklü Final Fantasy XIII!

7 Ekim 2010 Perşembe

Urahara

Çok seviyorum kendisini. :D Şapkasını istiyorum. Bir ara bakayım ona...

Uyanmak

Havalar yağmurlu olmaya başladığından beri daha mutlu uyanıyorum her güne. Havanın griliğini görmek inanılmaz enerji depolamamı sağlıyor. Herkes "Ahh, hava yüzünden ağırlık bastı," diye söylenirken ben çocuklar gibi şen bir şekilde geziniyorum ortalıkta. Sokağa çıkıp dans edesim var. Hiç güneş açmasa, hep yağmur yağsa. Hep uzun kollu giyinsek. Fonumda böyle slow türünü tam kestiremesem de çok sevdiğim o şarkılardan çalsa. Şimdiki gibi. Tüm yaz boyunca sıcaktan kuruyup buharlaşan hayal gücüm, duygularım, mutluluklarım, üzüntülerim, her şeyim geri döndü. Yeniden insan gibi hissediyorum kendimi. Ders çalışmak bile güzel! Gecenin bitmesi üzücü değil artık!
Hayat çok güzel! Samsun bile güzel!

29 Eylül 2010 Çarşamba

Kabul Etmiyorum!

Eşofman altımı aldılar benden! Senelerdir benimle birlikte büyüyen(!), yaz kış demeden her gece onunla uyuduğum (tabii yıkandığı geceler hariç ama genelde sabahları yıkatır akşamları giyerdim yine, neyse), yazın çok sıcakken bile vazgeçmediğim, annemin görmekten bıkıp kaldırdığı zamanlarda başka eşofman altıyla yatınca huzur bulamadığım, en dertli anlarımda giyip "Evimdeyim, huzurluyum, mutluyum," dediğim biricik eşofman altım.
Seneler boyu neler neler yaşadık birlikte. Okuldan veya dershaneden yorgun argın, veya mutsuz, veya nasıl dönersem döneyim onu giydiğimde içimi bir huzur kaplardı. Yayılıp kitap okumak ve tüm dertlerimi unutmak çok kolay olurdu.
Annem de biliyordu ki o kadar eskimesine rağmen atmak için çok da ısrar etmiyordu. Ama o kadar sene giymiştim ki eşofmana benzer bir yanı kalmamıştı. Yine de pes etmemiştim! Taa ki yırtılana kadar! O zaman annem sonunda isyan etti. Ama ben yine de pes etmedim! Yırtık pırtık da olsa giydim eşofmanımı! Bu sabah ise anneannem aldı ve "Atıyorum Öykü bunu," dedi. "Hayııır!" dedim, aldım, giydim ve yatağıma uzanıp ağladım.
Şu birkaç günde benim için değerli olan çok şey koparılmıştı benden. Eşofman altım da olmazdı. "Dikelim?" dedim. "Yama yapalım?"
"Saçmalama," dedi annem. "Aynısından alırız."
"Köpek ölünce aynı cinsinden alırız demek gibi bir şey bu!"
"Öykü üzgünüm ama o eşofmana karşı hisleri olan sadece sensin. O eşofman sana karşı bir şey hissetmiyor!"
Anlamaz ki beni. Anlayamaz. Büyük çabalar sonucu aldılar eşofmanımı benden.
"Parçalayıp toz bezi yaparım onu," dedi anneannem. "Bir parçasını da sana veririm."
Facebook'ta grup açacağım "Kıyafetleri Kesip Toz Bezi Yapma Vahşetine Son Verelim!" diye.
Benim biricik eşofman altımı toz bezi yapıyorlar. Zaten onunla takım yaptığım Spider Man tişörtüm de iki sene önce kayboldu. Nerde olduğunu bilmediğini söylüyor annem ama biliyorum çöpe attı onu. Spider Man tişörtü kaybolduktan sonra daha bir sıkı sarılmıştım eşofman altıma.
Onu da aldılar benden.
Her şeyimi alıyorlar. Ühü...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Kalp Kırıklığı

Biri var. Hakkında daha önce hiç buraya yazı yazmadım sanırım. Yazmaya layık görmedim. Oysa çok büyük bir başarısı vardı kalbimi kırmak gibi. Takma isim bulamıyorum ona. O kadar alçak bir oyun karakterine henüz denk gelmedim. Kimin ismini versem onu övüyormuş gibi hissettim, yazamadım.
Yazamayacağım o yüzden asla. Ama kırık kalp gerçekten onarılmıyormuş. Gerçekten bir yerler hep acıyormuş. Çok da önem vermediğiniz insanlar kalbinizi kırabiliyormuş. Sırf kalbinizi kırdıkları için önem kazanabiliyorlarmış. Hayalleriniz gerçekleştiği hızla yıkılabiliyormuş.
Çok geçti üstünden, fakat hâlâ arada bir aklıma geliyor öyle. Boş verin beni.

21 Eylül 2010 Salı

Küçük Kardeş

Az önce Oğulcan odama gelip üzgün bir sesle: "Abla, sen üniversiteyi kazanamadın mı?" diye sordu.
"Çok oldu, yeni mi öğrendin Oğulcan?" diye sordum gülerek. Suratı asık bir şekilde başını sallayıp "Evet," dedi.
"Olsun, seneye çok çalışıp giderim üniversiteye!" dedim onu neşelendirmek için.
"Nasıl?"
"E, bir daha girebilirim ki sınava. İstediğin kadar girebiliyorsun."
Oğulcan koşup sarıldı bana. "Oley, bu sene her istediğini yapacağım. İstediğin yemekleri bile yapacağım! Kazanacaksın!" dedi ve gitti.
Bazen bu çocuk çok şeker oluyor.

İstekler

Annem, kardeşim ve ben, anneannemin evinden ayrılıp kendi evimize doğru yelken açmak üzereyken anneme pek de ümitli olmadan "Anne, köpek alsak ya?" dedim. Demez olaydım. "Hayır!" şeklinde bir cevapla karşılaştım. Tüm sorumluluğu alacağımı, evin pislenmeyeceğini falan söyledim ama "Bakamam ben," diyip durdu. Benim bakacağım kısmının neresini anlamadı acaba?

Saçlarımı boyatmama da izin vermiyor zaten.

Anneciğim seni seviyorum ama şu sıralar pek bir üzüyorsun beni, bilesin.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Büyümek

Geçen gün annemin yanına gittim. "Anne, artık umursamıyorum, biliyor musun?" dedim.
Anlamadı ilk önce ne dediğimi. Tabii yine sonda söyleyeceğimi başta söylemiştim. Nasıl anlayabilirdi ki?
"Artık aramayacağım o insanı. Beni bir kez daha yarıyolda bırakırsa, ben de onu bırakacağım. Onun, beni üzmesine, benim hayallerimin önüne geçmesine izin vermeyeceğim. O beni reddettiğinde, hiç üzülmeyeceğim. Ona aynı gözle bile bakamıyorum anne. Kendimden başka dostum yok artık sanki. Ama benden önemli değil ki bu! Eğer bu dostluk beni yıpratıyorsa, bana ne ki ondan?" dedim. "Artık umursamıyorum anne, ne yaparsa yapsın umrumda değil."
Bana baktı ve gülümsedi: "Sonunda büyümeye başlıyorsun küçük kızım."
Ama benim içimden hiç gülümsemek gelmiyor.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

All My Loving

Close your eyes and I'll kiss you
Tomorrow I'll miss you...

Özlemişim.

8 Ağustos 2010 Pazar

Pokémon ile Büyüyen Nesil

Mert :
*brocku önceki bölüm şutlıycaklar
*son bölüme o ikisi kalıcak
Yuka:
*İ:İ
Mert :
*İ:İ
Yuka:
*brock sevgili
*bulsaydı
*cidden
*ama
*yazık lan
Mert :
*İ:İ
Yuka:
*oldu 12 sene
Mert :
*bence hemşireyle
*yatıcak
*son bölümünde
Yuka:
*bence de birini bulacaklar
Mert :
*doktor olucak sonra daİ:İ
Yuka:
*son bölümde
*ama tecrübeyle
*sabit
Mert :
*o da sapık olucak
Yuka:
*brock
*geri döner
*ZZ
Mert :
*yok
*dento var
Yuka:
*olsun
Mert :
*kesinleşti şutlandığıZZ
Yuka:
*tracy de
*vardı
Mert :
*KESİNLEŞTİ
*İ:İ
*yani
Yuka:
*OLSUN
Mert :
*5 yıl sonra
Yuka:
*ÖBÜRÜNDE DE
Mert :
*geri döner
Yuka:
*GİTMİŞTİ
Mert :
*belki
*bilmiyorumİ:İ
Yuka:
*ŞUTLANMIŞTI
Mert :
*dp 4 seneden çok sürdü
Yuka:
*İMHA OLMUŞTU
*AMA GELDİ
*İ:İ
Mert :
*İ:İ
*DENTO OYUN KARAKTERİYSE
*BOK DÖNER
*3940393 YIL
*İ:İ
*get over it
*falan
Yuka:
*brock da oyun
*karakteri
Mert :
*sevmiyorum brocku
Yuka:
*İ:İ
*ASH
*GİTSİN
Mert :
*DENTO BW KARAKTERİ
*ASH GİTSİ
*N
Yuka:
*İ:İ
Mert :
*EVET
*İ:İ

Sırlar

Bazen insanın hiç kimseye, hiçbir durumda anlatamayacağı şeyleri olabiliyor? O zaman insan ne yapmalı rahatlamak için?

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Doyumsuz

Kendime acı yaratmayı seviyorum ben sanırım. Tam hayat harika, mükemmel, çok eğleniyorum diye düşünürken; birden bire "ama"lar beliriyor kafamda.
Ama hâlâ kiloluyum.
Ama bu sene üniversiteye girip giremeyeceğim belli değil.
Ama hâlâ Kyuhyun Koreli ve ünlü.
Ama ben hâlâ oyun karakterleri ve ünlüler hariç kimseye ilgi duyamıyorum.
Ama bende hâlâ Cardcaptor Sakura'nın tüm mangaları ve orijinal DVD'leri yok. Within Temptation: The Black Symphony DVD'sini bile alamadım!
Ama ama ama...
Sahip olamadıklarım yerine, sahip olduklarıma odaklanabilsem bir. Odaklanmak değil de sorun, dikkatim kolay dağılıyor. Açgözlülüğüm kendini gösteriyor.
İşin kötü yanı, bunları düzeltmek için hiçbir çaba göstermiyorum. Oturup hayallerimin gerçekleşmesini bekliyorum. On yaşımdan beri hiçbir şey önüme altın tepsiyle sunulmadığı halde... Ümit etmeye devam ediyorum.
Ya da bunlardan hiçbiri değil mutsuzluğumun nedeni. Hayal gücümün yok olmasından dolayı hırçınlaştım ben. Gözlerimi kapadığımda hiçlikle karşılaşıyor olmak korkuttu beni. Hayal kuramayan insanları "eksik" diye tanımlamamın cezasını çekiyorum belki de.
Melek'in gitmesine izin vermek, hayatımda yaptığım en büyük hata mıydı yoksa?

6 Ağustos 2010 Cuma

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Unutmak

Bir insan kalbinin kırıldığını unutur mu?

Ben unuttum. Ve hatırlamak hiç hoş olmadı. Sanki ayaklarım kırık parçalara basmış gibi bir acı yayıldı vücuduma.

Hayır, senelerdir kimseyi sevmiyorum ben diye bir şey yok. Birini sevmeye kalkıştım gerçekten. Unutmuştum. Hatırladım. Şimdi yeniden unutacağım. Bir daha o acıyı hatırlatmayacağım kendime.

Yeni bir şehir, yeni bir hayat. Kalbimin kırılmasından kormayacağım. En azından yeni acılar, eskileri unutturur.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ben Geldim!

Başımdan tonlarca şey geçti! Ve anlatmaya da öyle üşeniyorum ki. Aslında hep ondan oldu bunlar. Anlatacak çok şey birikince ve anlatmaya üşendikçe uzaklaştım blogdan.

Şebnem Ferah konserine gittim. Ve yaşadığım en mükemmel deneyimlerden biriydi!
Biricik Şeyda ile buluştum ve her zamanki gibi hiç ayrılmamış gibiydik!
18 yaşındayım artık!
Damla'nın köyüne gittim!
SHINee yeni albüm çıkardı ve aldım!

Tamam yazmaya kalkışsam çok çok uzun olacak olan yazılarıma oldukça güzel bir özet geçtim. Ayrıntıları bilmeniz de pek gerekmiyor, hehe. xD Artık gönül rahatlığıyla blog yazabilirim.

15 Temmuz 2010 Perşembe

The Prophecy

Hazır Alias'ın The Prophecy bölümü inerken ben de bir kehanette bulunacağım. Yarın sabahı size yaşanmadan yazıyorum:

Gece geç saatlerde yatmış olan Öykü, uykusunun en derin ve tek kabussuz anında "Öykü, Öykü, Öykü..." diye sürekli aynı tonda tekrarlanan seslenme ile uyandırılır.
"Saat 10 oldu," ki o anda saat taş çatlasa dokuz buçuktur, "Sınav sonuçları açıklandı, hadi kalk bak!"
"Yaaa anneanne, uykum var."
"Kalk bak, yine yatarsın."
"Anneanne git başımdan."
Beş dakika geçer. Öykü tam uykuya dalacakken anneannesi özellikle Öykü'nün kapısının önünde durarak telefonda konuşmaya başlar.
"Şirin bu kızın sonuçları açıklanmadı mı? Baksana. Uyuyor musun? Bu saatte? Hadi bak, ara beni."
Öykü söylene söylene yeniden uykuya dalmaya çalışır.
"Öykü, ... puan almışsın, iyi mi?"
Puana doğru dürüst dikkat bile edemeyen Öykü, anneannesini başından savmak için bilincinin son kırıntılarıyla bir cümle sarfeder.
"Hıı, iyidir iyi."
Anneanne telefona sarılır.
"Uğur, Öykü güzel puan yapmış."
"Alo, Gönül, Öykü güzel puan yapmış. Yeşim ne yapmış? Çok çok iyidir onun, hihihihihi."
"Alo..."
...
...


Yarın uyanmak istemiyorum.

6 Temmuz 2010 Salı

Biraz Daha

Kendi kendimi kandırmaya çalışırken buluyorum şu sıralar sık sık kendimi.
Ama işin sonunda kanacaksam eğer, bence kötü bir şey değil bu.
Biraz daha çabalamalıyım sadece.
Daha sonra inanacağım içimde hâlâ birilerini sevebilme yeteneği kaldığına.
Biraz daha...

2 Temmuz 2010 Cuma

Benim Umudum Var

Ben

yarın

Şebnem Ferah

konserine

gidiyoruuuuuuum!

Bu günü tam tamına beş yıl bekledim! Sekizinci sınıfta 18+ mekandaydı, gidemedim.
Dokuz, on ve on birinci sınıfta ertesi gün Fizik sınavım vardı, gidemedim. (Evet, her üçünde de!)
Bu sene de zaten ders çalışmıyordum annemden istemeye cesaret edemedim, gidemedim.
Ama uzun bekleyişin ardından, artık izleyeceğim şu kadını!
Fanta Festivali'ne geliyor ve o kadar mutluyum ki eğer Ceza, Şebnem'den önce çıkarsa neşeyle Ceza'nın şarkılarına da eşlik edeceğim! Önümde engel olmasın diye 10 puanımı da toplayıverdim hemen. (Dört şişe Fanta almak yetti.)

Lütfen artık dinleyebileyim şu kadını Allah'ım! Yeterince süründüm peşinden...
Sabah erkenden gidip en öne konuşlanacağım.
Rock Tatili Foça'da devrilmedim Fanta Festivali'nde hiç devrilmem!
Bekle beni Şebneeem, ben geliyoruuum!

Yaşadığımı Hissettiren 10 Şey

LustForBlood'ın beni yaklaşık iki buçuk ay önce mimlediğini demin öğrendim. :D Teşekkürler! xD (Uzun süre bloglara göz atmayınca bu oluyor işte.) Neyse, konumuz:
Yaşadığımı Hissettiren 10 Şey
1-Yaz gecesi, rüzgar beni ürpertirken, sahilde, dalgaların sesini dinleyip gökyüzündeki sayısız yıldızı izlemek.
2-Arkadaşlarımla doyasıya gülmek. Hep gülmek.
3-Hayal kurmak. Hep kurmak. xD
4-Sabaha kadar bilgisayar başında oturup gün ağarırken yatağıma gitmek.
5-Yağmurun çatı katındaki odamın tavanında pıtır pıtır düşmesini dinlemek.
6-MSN'e girmek ve o an konuşmak istediğim kişinin çevrimiçi olduğunu görmek.
7-Hamak gibi uzanarak sallanabileceğim bir yerde Within Temptation dinleyerek yavaş yavaş sallanmk.
8-Card Captor Sakura izlemek, Final Fantasy oynamak.
9-Başta fantastik olmak üzere bir sürü kitap okumak ve film, anime, drama, dizi izlemek.
10-Gece odama girdiğimde gecenin bulutsuz olduğunu ve gümüş ay ışığının tüm ihtişamıyla odamı aydınlattığını fark etmek. Ay ışığının altındaki yatağımda uyumak.

Ben de Julia'yı mimliyorum. :D

30 Haziran 2010 Çarşamba

Harry Potter ve Deathly Hallows

Trailer müthiş müthiş müthiş! Harry Potter filmlerine büyük beklentiler beslemeyi üçüncü filmde tamamen bıraktığım için artık filmler için daha çok heyecanlanıyorum. Çünkü beklenti olmayınca çok zevk alıyorum.
Trailerı izleyince de tüylerim diken diken oldu ve gözlerim doldu. Nedense çok harika buldum.
Hele hele en sondaki o klasik Harry Potter melodisi beni benden aldı. Harry Potter'ı çok seviyorum. Kitapları baştan mı okusam ne? Zeynep, neredesin? Harry Potter filmleri maratonu yapmamız lazım. xD
İzlemediyseniz hâlâ, işte trailer. Müthiş yaa...

Suteki Da Ne

Bu videoyu blogda bin kere paylaşmışımdır kesin. Olsun. Final Fantasy X oynamalıyım.

Gözyaşları

Ben çok ağlarım. En ufak bir şey bile gözyaşlarına boğulmama neden olabilir.
Herkes "Değmez," der. Ben yine de ağlarım. Biliyorum dünya üzerindeki başka hiçbir insanın benim ağladığım bazı nedenlerde asla ama asla ağlamayacağını. Ama yine de benim için değerdi onlar. En ufak, en önemsiz görüneni bile değerdi döktüğüm her bir gözyaşına.
Ama bu sefer ben bile yakıştıramıyorum kendime.
Gözlerim doldukça kendimden nefret ediyorum.
Yaşlar aktıkça onlardan da nefret ediyorum.
Bastırmaya çalışıyorum hıçkırıkları. Hıçkırıklardan da nefret ediyorum.

Değmez Öykü.
Bu sefer gözyaşlarına değmez.
Düşünmekle geçirdiğin hiçbir ana değmez.
Değmeyeceğini en başından beri biliyordun. En başından beri gülüp geçiyordun kendine.
Küçük bir oyun yapmıştın.
"Kimse bilmeyecek nasılsa!" demiştin.
Herkes gözyaşı dökerken aptallıklarına gülmüştün.
Oyununa yine de devam etmiştin.
Mutlu musun şimdi?
Sen de ağlıyorsun işte.
Bilselerdi senin onlara gizli gizli güldüğünü şimdi de onlar sana gülmeyecek miydi zannediyorsun?
Onlardan daha da acınası durumdasın şimdi.
Yine de değmez Öykü.
Hak ettin bunu... Ama değmez.

29 Haziran 2010 Salı

Gizli Bahçe

Yaşamanın en garip duygularından biri de, insanın ara sıra sonsuza kadar yaşayacakmış gibi bir duyguya kapılmasıdır. Bu duygu bazen muhteşem bir gün doğumunda, tek başına dışarı çıkıp başını yukarı kaldırıp karanlık gökyüzünün yavaş yavaş değiştiğine, aydınlandığına, bilinmeyen harika şeylerin meydana geldiğine ve güneşin insanı çığlık attıracak kadar büyüleyip kalbini durduracak güzellikle doğuşuna (ki bu olay binlerce, binlerce yıldır her sabah tekrarlanmaktadır) tanık olunurken ortaya çıkar. Bir an için ölümsüz olduğunu hisseder insan. Gün batımında, ormanda, ağaçların arasından, dalların altından ve üstünden usul usul süzülen ve ne kadar uğraşılsa da ne dediği anlaşılmayan o altın sarısı sessizliği dinlerken de insan böyle bir duyguya kapılır. Kimi zaman, milyonlarca yıldızın bekçilik yaptığı ve insanları yukarıdan izlediği gecenin koyu mavisinin o muazzam sessizliğinde de bu duygu kendini hissettirir; bazı zaman uzaktan gelen bir müzik sesi eşliğinde karşınızdaki kişinin gözleri de... - Gizli Bahçe*

*Boşuna en sevdiğim kitaplardan biri değil.

Eee bitti?

Mezuniyet balosu da geride kaldı.
İlginç bir şekilde çok eğlendim.
İlk başta sıkılmıştık. Herkes kasıntı kasıntı "Ayy çok güzel olmuşsun," falan derken bizim sınıftan doğru dürüst daha kimse gelmemişti.
Erkeklerin gelmesine yakın otelin kapısına indim. Araba tutmuşlar. Özel şoförleri bile vardı. xD Arabanın kapısı açıldı ve hepsi son ses "Baba" müziği eşliğinde arabadan indiler. Öyle bir an ki görmek zorundasınız. Arda kameraya çekti ama o videolar bir türlü benim elime geçmiyor, neyse.
Sonunda bizim kadro toplanınca o elit balo ortamında 12/A'lığımızı gösterip masaları birleştirdik. Zaten diğer sınıflar içmeye başladıktan sonra ortada balo ortamı falan kalmadı. Bir ara Bedirhan beni kop kop modunda dans etmeye kaldırdı ama dans ede ede masaya geri kaçtım. Diğer dans edenler bizim sınıftan olmayınca sıkıcı oluyordu.
Herkes dans ederken 12/A sınıfı tam kadro yemek yiyordu.
Yıllığımızda da belirtildiği gibi "Biz hiç doymadık."
Daha sonra diğer sınıflar alkolün dibine vurup dağıttığında bizim eğlence vaktimizdi. Yine tam kadro, en mülayim bile, ortaya fırlayıp dans etmeye başladı. Deli gibi dans ettik. Çok eğlenceliydi.
Slow dansta da Samet ile ikimiz dans ederek ilerleyip dans eden çiftleri kestik.
"Sağ tarafa ilerleyelim Öykü."
"Tamam, hadi."
"Haha, çok komik dans ediyorlar."
"Başım döndü."
"Bence yanlış dans ediyoruz."
"Çaktırma."
Sürekli fotoğraflarımızı çeken bir adam vardı. Çıkışta masaya fotoğrafları serip satmaya başlamışlardı. Ama biz 12/A'yız. Satın almak olmaz.
Samet ve Rıdvan bizim sınıfın fotoğraflarını çalıp çalıp elimize tutuşturdu.
En son hesapladığımızda adamlar 30 lira zarara uğramıştı.
Akşam da sürpriz bir şekilde babam bizi aldı. Damla ve Tuğçe'yi evine bile bıraktı.
Hâlâ dumurlardayız.
Kısacası güzeldi balom.
Hep aklımda kalacak güzel bir anı olacak.
Hiçbir sorun olmadı.
Mutluyum.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Miracles

"Wishes can come true. But not if you just wait for miracles. Miracles are things we make for ourselves. Here, and now." - Oerba Dia Vanille

26 Haziran 2010 Cumartesi

Güzel şeyler çabuk biter de...

Otokomae Beads Club diye bir manga okumuştum. Çok güzeldi. Çok eğlenceliydi. Çok çabuk bitti. Evet güzel şeyler çabuk bitiyor da, bu da çok kısaydı be!
Şimdi birden geldi aklıma.
O kadar kısa olmasına rağmen bir sürü hayranı var manganın.
Manga sadece ve sadece üç chapterdan oluşmakta! İki tane ekstra hikaye de var. Bir de mangakanın başka bir mangasında bir ekstra bölümü daha var.
Yani toplam altı chapter.
Buna rağmen çok hayranı var.
Niye uzatmadın ki Motomi Kyousuke.
Beast Master manganı da okumuştum. O da kısaydı. Neyseki o dokuz chapterdı. Onun da çok hayranı var.
Neyse adam üçüncü mangada uzunluğu tutturmuş. Dengeki Daisy yirmiyi geçti... Derken manga Amerika'da yayınlanacağı için fanlar çevirmeyi bıraktı mangayı.
Hep böyle sap gibi kalıyorum bu adamın mangaları yüzünden.
Yeter.
Not: Bu adamın birkaç mangasını daha okuduğumu fark ettim. Hatta hepsini. Ama onlar oneshottu. Yarım kalmışlık duygusu yaşamadım. Üç chapterın acısını hâlâ yaşıyorum...

You and Me

Bana bakmayışını seviyorum.
Seni uzaktan izlemeyi ve beni asla fark etmeyecek olmanı seviyorum.
Başkalarına acı verebilecek her şey seni daha çok sevmemi sağlıyor.
Seninle ilgili hayal kurmayı seviyorum.
Olduğun kişiyi öğrenmek istemiyorum. Çünkü olduğunu düşündüğüm kişiyle ilgili hayalleri seviyorum.
Birlikte hayaller kurmanın hayallerini.
Melek'i tanıdığını düşünmeyi seviyorum. Beni izleyip, ona benimle ilgili haberleri ilettiğini düşünmeyi seviyorum.
Sana ulaşamadıkça seni daha çok seviyorum.
Sana ulaşmayı istemiyorum.
Çünkü böyle mükemmelsin. Böyle en güzelsin.
Senin sayende yeniden hayaller kurabiliyorum. Güzel rüyalar bile görüyorum! Seni görüyorum. Seninle oturup konuştuğumuzu görüyorum rüyamda. Sadece konuştuğumuzu. Ordan burdan havadan sudan konuştuğumuzu. Ve huzur doluyorum.
Kimsenin bilmediği bir yanını biliyorum. Kendi hayallerimde oluşturduğum ve hep kendime saklayacağım yanını. Kendi küçük dünyamda seveceğim seni.
Teşekkür ederim.
Hayallerime öncü olduğun için, elimden tutup bana yıldızları ve dolunayı yeniden gösterdiğin için, benimle hiçbir zaman tek kelime konuşmayıp hayallerimi yıkmayacağın için... Teşekkür ederim.

Az Kaldı

Az kaldı... Gerçekten az kaldı! Normalde bunu dediğimde kendimi inandıramazdım.
"Üç ay kaldı. Bir şey değil. Sık dişini Öykü!" derdim ama o 90 gün büyürdü de büyürdü gözümde.
"İki ay kaldı!"
"Bir ay!"
"İki hafta!"
Geçmek bilmiyordu günler.
Ama bu sefer hissedebiliyorum az kaldığını. Bir gün kaldı sadece.
Tek bir gün.
Sonra özgürüm.
Şey... tamamen değil belki ama bazı kocaman yüklerden kurtulmuş olacağım.
Pazartesi günü de mezuniyet balosu var. Heyecanlı değilim ama meraklıyım. İlk defa mezuniyet balom olacak. İlk defa kep de attım geçenlerde. Çok güzel bir duyguydu.
Samet ile gidiyoruz baloya. iPhone'u mutlaka yanımda götüreceğim. Birlikte Guitar Rock Tour 2 oynarız sıkılırsak. Tap Tap Revenge 3 de indirdim. Onu da sever herhale. Oynarız.
Elbisemi de aldım. Çok beğenerek aldım hem de. Altına da Converse giyeceğim. xD Damla ve Tuğçe'nin yanında kısa kalacağım ama topuklu giymemek için tonlarca nedenim var. Düz taban ayakkabıyla, düz yolda dahi yürüyemezken topuklu ayakkabıyla hayatta kalmam mümkün değil öncelikle. Ayrıca Samet ile aynı boydayız. Hatta bence daha uzunum ben ama Samet kabul etmiyor. Oysa onun kıvırcık koyun saçlarından ötürü uzun duruyor Samet. Saç farkını çıkartınca ben uzunum işte. Neyse... :D
Balonun yapıldığı yer ile ilgili ilginç bir tesadüf de var. Şu anda fark ettim. Ama bahsetmeyeceğim. xD
Balonun yapıldığı salona en son 10 yaşında okulun yılbaşı partisinde gitmiştim. Arkadaşım Harry Potter ve Felsefe Taşı'nı orada hediye etmişti bana. O salonu seviyorum o yüzden.
Spice Girls şarkısıyla dans gösterisi yapmıştık. Şarkının adı da Stop. Onu bile hatırlıyorum, ey gidi. :D
Acaba balo nasıl olacak? Gerçekten merak ediyorum. Rezalet olacağını söyleyen bir kesim var. Ama güzel balo nasıl oluyor ki? Rezalet nasıl olur ki? Balolar zaten sıkıcı değil mi ki? xD
Yine de kızların kıyafetlerine puan vermek için ve sınıf arkadaşlarımla son bir gün eğlenmek için gideceğim baloya.
Her zaman Samet ile sinemaya kaçma seçeneğim var nasılsa.

17 Haziran 2010 Perşembe

15 Haziran 2010 Salı

Gakuen Alice



Yeni bir manga okumaya başladım, çıkmış 131 chapterını da okudum gerçi... Adı Gakuen Alice.
Adını defalarca kez duyduğum, pek çok yerde defalarca rastlamış olduğum halde neden şimdi okumaya karar verdim bilmiyorum.
Manga genel olarak güzel. Sıkmıyor. Yan karakterler inanılmaz eğlenceli. Mind Reader-kun, Bear falan süper karakterler. Ama asıl 100. chapterdan sonra manga mükemmel bir hale geliyor!
Manganın ana karakterlerinin hikayesi değil de, onların ailelerinin hikayesi anlatılıyor 100-120. chapterlar arasında. Nedense hep ailelerin hikayesi daha cazip gelmiştir. (bkz. Harry Potter)
Manganın animesinde Mikan'ın anne ve babası olan Yuka ve Izumi'nin hikayesine yer verilmiş olsaydı, kesinlikle Within Temptation'ın The Promise şarkısıyla onlara bir video yapardım. Çünkü ikisinin hikayesi bu şarkıya cuk oturuyor.
Çok da anlatmak istemiyorum hikayelerini, eğer okumak isterseniz diye... Ama çok güzel bu ikilinin hikayesi. İki gündür aklımdan çıkmıyor. Okuyun Gakuen Alice'i... Güzel güzel. :D

9 Haziran 2010 Çarşamba

Final Fantasy X

Final Fantasy X aşkım öyle bir kabardı ki gözyaşlarına boğuldum.
Her bir sahneyi hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor.
Gece gece niye böyle aşka geldiysem artık...
Eğer ölünce insan cennete gidiyorsa ve ben de gidebilirsem kendimi Spira'da bulacağımdan eminim!
Besaid Adası'nın mavi denizinde yüzeceğim. Luca'da Blitzball maçlarını seyredeceğim. Kilika'daki kulübelerde kalacağım. Zanarkand'a gidecek; Tidus, Yuna, Auron, Wakka, Lulu, Rikku ve Kimahri ile ateş başında oturacak; sabahlara kadar muhabbet edeceğim.
Tidus bana Blitzball öğretecek.
Yuna, summoner olmak için yaşadıklarını anlatacak.
Auron geçmişten bahsedecek. Braska ve Jecht ile ilgili anılarını anlatacak.
Wakka sürekli küçük bebeğinden bahsedecek.
Lulu da onun gevezelikleri yüzünden iç çekecek.
Rikku bana Al Bhed dilini öğretecek.
Kimahri bana Mt. Gagazet'i gezdirecek.
Kulağımda hep o mükemmel melodiler olacak.
Ama benim Spira'mda Cloud da olacak...
Birlikte Macalania Ormanı'na gideceğiz. Parıldayan ağaçları seyredeceğiz.
Final Fantasy X benim için bir insanın üretebileceği en mükemmel şey.
Daha ötesini henüz görmedim.
Görebileceğimi de sanmıyorum.
Seviyorum seni Final Fantasy X.

Kusursuzluk

Kusursuz işte.
Mükemmel işte.
Nobuo Uematsu hep en sevdiğim besteci olacak.
Final Fantasy hep en sevdiğim oyun olacak.
Kimse acaba benim hissettiklerimi hissediyor mu bunu dinlerken?
Biraz bencillik olacak ama kendimi fazla özel hissediyorum bu duyguları yaşayabildiğim için.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Dershane

Dershanedeyim şimdi. Sıkıcı. Daha gerçekçi kabuslar görüyorum artık. Sabah uyandığımda gözlerim kanlanmıştı. Acaba uykuda ağladım mı?
Prince of Persia'ya gitmeyi düşünüyorum bugün. Umarım sorun çıkmaz.
Telefondan blog yazınca alakasız oluyor cümleler. Ben derse gireyim.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

LOST

*Bu yazı LOST'un final bölümüyle ilgili spoiler içermektedir! Dikkat!*

Not: Yazıda LOST'tan nefret eden bir insan portresi çizmişim ama alakası yok. Finali gayet mutlu mesut ve heyecanla izledim. LOST da güzel diziydi cidden. Gerçi 4,5 ve 6. sezonu pek izlememiş olsam da... Güzeldi yani.

Ömrümde hiçbir dizinin finalinde hem bu kadar hüzünlenip hem de bu kadar gülme krizine girmemiştim herhalde. Hüzünlenmemin nedeni finaldeki duygusal sahnelerin gerçekten güzel verilmesiydi.

Gülme krizine girme nedenim ise şu;

Bir film var The Passengers diye, bilmem biliyor musunuz? LOST hayranı izleyiciler film biraz onu andırdığı için filmi izlemiş, daha sonra da finalini yerden yere vurmuştu.

LOST'un tırnağı bile olamaz, bize aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp veriyolar, eskidi bunlar artık vb. yorumlar filmin sonuna yapılan en hafif yorumlardan.

Ve olay şu ki, LOST finali=The Passengers finali!

Demek ki The Passengers, LOST'un tırnağı olamamış ama LOST'tan önce onun finalini yapabilmiş bir film!

Ah hayır pardon biz bunu 6. His'te görmüştük. Ve The Others'ta... Aaa LOST'ta da The Others vardı. Neyse...

Düzenleme: He ben muradıma erdim mi, erdim! İlk bölümden beri Jack ve Kate olsun diyordum, Kate Sawyer'la yatınca isyan etmiştim falan. Jack ve Kate oldu. Ben zaten onun için izliyordum diziyi, ben sondan memnunum. xD

Düzenleme 2: Yine de kafama takılan bir şey var. Finalden önce ilk bölümü izlediğimden ötürü... İlk bölümde uçak düştüğünde Jack'in uyandığı mekanda ağaca asılı beyaz bir ayakkabı vardı. Köpek geliyordu falan. Finalin son sahnesinde de yine aynı mekan, aynı ayakkabı, aynı köpek... Ama bu sefer Jack ölüyor. Hani ölmese, kalkıp sahile gitse anlayacağım. Madem yaşanan her şey gerçekten yaşandı, Jack nasıl öldü? Bazıları o sahne 3,5 yıl sonra diyor ama ayakkabı, köpek diyorum. İlk bölümü tekrar izlerken Jack'in uyandığı anın uçağın düştüğü an değil de, tüm yaptıklarından sonra uyandığı yer olduğunu tahmin etmiştim de, niye öldü ki? Amaaaaan... Çözen çıkar elbet.

Ben oyun teorisini yazan adama acıyorum. Sonunda WON yazmasını bekledim ama olmadı.

21 Mayıs 2010 Cuma

Remember The Name

Haha bu videoyu izlerken çok eğlendim. :D
Boys Over Flowers dramasından... :D Beş bölüm izledim şimdiye kadar. Hana Yori Dango'dan çok farkı yok ama yine de hiç sıkılmadan izliyorum. :D

20 Mayıs 2010 Perşembe

Hayata Geri Dönme Zamanı

Benim için bir çeşit terapi olan üç günlük ev hapsim bugün son buluyor. Terapiden daha çok beni terapiye ihtiyaç duyar hale getirmesinin dışında oldukça verimli bir üç gündü.
Uzun zamandır yapamadıklarımı yaptım.
Düşündüm.
Ağladım.
Biraz daha düşündüm.
Biraz daha ağladım.
Hayatımda neyin eksik olduğunu sorguladım. Neden mutlu olamadığımı.
Nedeni buldum, çözümü bulamadım.
Bazı şeylerin değerini daha iyi anladım.
Bol bol uyudum.
Artık soracak yeni sorularım, arayacak yeni cevaplarım var.
Kendimi böyle yenilemeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki artık yaşıyormuşum gibi hissetmiyordum.
Garip bir huzur var içimde.
İnsanın kendine dönmesinin huzuru. Kendini görmesinin. Kendini dinlemesinin. Tüm o koşuşturmacada arkada bıraktığı kişiliğini yakalamasının.
Yeniden bütün hissediyorum.
Kaçtığım kötü duygular ve hayaller yeniden döndü ama mutsuz değilim. Çünkü bu benim. Kaçmak yerine savaşacağım.
Sorularıma cevap aramaktan asla vazgeçmeyeceğim.
Ve sahip olduklarım için şükredeceğim.
Şimdi Damla ve Tuğçe ile buluşup kafa dağıtmanın zamanı! :D

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Yeni Tema Geldi!

Yeni temayı nihayet seçtim. :D Yorum kısmı yok, widget falan da ekleyemiyorum ama yine de çok hoşuma gitti ve şimdilik bu temayı kullanacağım. :D Mutluyum.

(Bilgisayarım çok takıldığından ötürü şimdilik soldaki menüye dokunmadım. Saçma sapan yazılar için özür dilerim. :D)

One Litre Of Tears

Dizinin adı gibi bir litre göz yaşı dökmek için izlemeye başladım bu diziyi.
Bir gecede bitirdim. Zaten sadece on bir bölümden oluşuyor.
Çok ağlamadım. Onun yerine bir sıkıntı oturdu içime.
Kız ve oğlanın seri boyunca bir kez sarılmamış olması da bu sıkıntının nedenlerinden biri ama asıl neden değil. Dizi bittiğinde bu olaya çok uyuz olmuştum ama zamanla o uyuzluk gitti, geriye o duygusal ve kasvetli hava kaldı.
Belki çok klişe olacak ve inandırıcı gelmeyecek ama, insan hayatın değerini anlıyor bu diziyi izlediğinde.
Hayata farklı bir gözle bakıyorsunuz. Hayatınızı tamamen değiştirir demiyorum ama bir süre de olsa sizi düşünmeye itecektir.
Boş vaktiniz olduğunda izleyin One Litre Of Tears'ı.

Videoda spoiler sayılabilecek şeyler olabilir. Önceden haber vereyim.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

...

Blog temamı değiştirmek istedim demin.
Şöyle ruh halime uygun bir şeyler olsun, dedim.
Ama ruh halimin ne olduğunu bilmiyorum.
Artık ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bilmiyorum...
Hissetmeye vaktim yoktu uzun zamandır. Şimdi kendimi dinleyince hiçbir şey duyamıyorum.
Boşluk.
İlk defa geliyor bu başıma.
Hiçbir şey olmasa bir sıkıntı veya bir hayal kırıntısı olurdu zihnimde. Canlandırabileceğim küçük bir tomurcuk.
Ama hiçbiri yok.
Belki de temamı hepten kaldırıp arkaplanı düz bir renk yapmalıyım.
Ama boşluğun rengi nedir ki?

14 Mayıs 2010 Cuma

Ve Lise Biter...


Dört yıl önce, lisedeki ilk günlerimden birinde eski blogumda ilk izlenimlerimi yazmıştım.

Ben bir Lise 1 öğrencisi olarak "lise" hakkındaki izlenimlerimi anlatmak istiyorum.
Öncelikle; eğer sekizinci sınıftaysanız ve OKS'ye hazırlanmaktan bunalıyorsanız, lisede rahatlayacağınızı düşünüyorsanız HİÇ düşünmeyin.
Bu yıl OKS'ye çalışmadığım kadar çalışıyorum. Yazılılara çalışmak kesinlikle ölüm. Hele bir de hiç bir şey anlayamadığımız öğretmenler var ki sormayın!
Ailem bir yandan dersler bir yandan neredeyse kafayı yeme aşamasına geldim. Bakırköy'de yerimi ayırtın bir zahmet.

Derslerin sıkıcılığı, hocaların uyuzluğu bir yana; bir de lisede yok onunla çıkayım, yok bununla çıkayım olayı var. Hemen hemen herkesin çıktığı birileri var. Üstelik bu kişilerin hepsinin birbirini tanıyarak çıkmaya başladığını da sanmıyorum. İnsanlar "açıkta kalmamak" için birileriyle çıkıyor.
İnsanlar dış görünüşlerine göre yargılanıyor.
Kısaca lisede çok "yüzeysel" bir bakış açısı var.

Ama yalnız değilim aslında. Okula başladığımda tek çatlak ben mi olacağım, diye az düşünmedim. Kura ile sınıfımızı belirledik. (Dört yıllık arkadaşımla aynı sınıfa düştük.) İlk haftanın sonunda herkes anladı ki, kura ile değil özellikle belirlenmiş sınıf. Çünkü HERKES birbirinden çatlak. Hiç yabancılık çekmedim yani. Gerçi sınıfta bir kaç tatsız karakter yok değil. Ama yine de hiç biri kötü değil. Hepsiyle sınıf arkadaşlığım güzel.

Neticede lise hayatı böyle değişik. Nedense nefret edemiyorum ama... Ama bir şeyler eksik. Ne olduğunu bilmiyorum... İlerde öğreneceğim sanırım...


Şimdi ise son günlerim.
Bu okulu ilk kazandığımda hüngür hüngür ağlamıştım. Gözyaşlarım boşunaymış.
Hayatımın en güzel dört yılını burada geçirdim. Çok kötü anılarım da oldu. Okula gitmemek için hasta taklidi yaptığım, hocalarla kavga ettiğim oldu. Yine de hiçbir şeyi bu dört seneye değişmem.
Bir şeyler eksik demişim eski yazımda... Hiçbir şey eksik değil artık. Sınıf arkadaşlarımla her şey bir bütün. Tatsız karakterler mi? Hiç kimse tatsız değil... Dört senede o kadar şey paylaştık ki, kardeş gibi olduk. Belki biraz klişe gelecek ama öyle. Diğer sınıflar öyle değil mesela, herkes kendi grubuyla geziyor.
Ama benim sınıfım her sabah ilk teneffüste otuz kişi kantine inip kahvaltı yapan bir sınıf.
Birinin doğum günü olduğunda asla söylenmeden, büyük bir istekle doğum günü için para katan bir sınıf.
Birinin başına bir şey geldiğinde hep birlikte üzülen, birisi sevinince hep birlikte sevinen bir sınıf.
Ya da öyleydi...
Artık yok.

Yarın ben de okuluma son defa okul kıyafetiyle gideceğim. Yazacak milyonlarca şeyim var aslında ama bir önemi yok onların. Çünkü her şey bitti gitti artık zaten. Her gün boş sıraları gördükçe ağlıyorum. Erken gidenler çok şanslı... Sınıfın o buruk haliyle yüzleşmek zorunda değiller.
Teneffüslerde video izleteceğim bir Damla yok artık yanımda.
Sürekli arkasına dönüp beni izlediği için kızabileceğim bir Iraz da yok.
Derslerde sürekli sırtımı sıvazlayıp "Naber birader?" diyen Rıdvan da yok.
Ne Samet bateri çalıyor kafamda, ne Minik gelip "Öykü, Hello Baby'nin onuncu bölümü çok komik," diyor.
Tugay'ın kimsenin ses çıkarmadığı sınıfta uğultu etkisi yaratan fısıltısını bile özlüyorum.
Ve daha iki hafta oldu sınıftakiler rapor almaya başlayalı.

Küçüklüğüm geliyor aklıma.
Babam, annem ve ben bir yere gidiyoruz. Nereye bilmiyorum. Daha dört, beş yaşlarında falanım. Annem ve ben arabanın arka koltuğundayız. Camdan dışarı bakıyorum. Onlarca kuş havalanıyor birden.
"Anne, bak ne kadar kuş var!" diyorum.
Annem gülümsüyor.
"Okula başladığında senin de o kuşlar kadar çok arkadaşın olacak," diyor.
Çok mutlu oluyorum. Çünkü o güne kadar hiç arkadaşım olmamıştı. Hep evde, tek başına hayalleriyle oynayan bir kızdım. Kimse sevmezdi beni nedense. Hayali köpeğim Bobby garip gelmiş olabilir onlara... Bilmiyorum.
Sonra okul başladı. Kuşlar aklımdan hiç çıkmadı...
Ancak bir, iki, üç diye seneler geçerken, arkadaşlarım bir elin parmaklarını geçmek bilmedi.
Artık hayallerim kalmamıştı kuşlarla ilgili.
Ama lisede hepsi değişti.
Küçük kızın hayali gerçek olmuştu. Bir sürü arkadaşı vardı şimdi. Bir sürü kuş...
Gerçekleşen hayaller unutulmaz.
Sizi unutmayacağım 12/A.



İdareden çalınan çiçek. Şu anki hali dört-beş yapraktan ibaret. Epey iyi bakmışız...




Bu da uzun saçlarımın anısına...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Yaşıyorum... :D

Eshevar "Bloguna küstün mü?" sorusunu bana yöneltinceye kadar blogumla ne kadar uzun süredir ilgilenmediğimin farkında değildim. (Teşekkürler. :D)
Merak eden varsa, yaşıyorum! xD
Ama dershane-okul-özel ders üçlüsü nedeniyle yaşamımın pek renkli geçtiği söylenemez. Ama şikayetçi değilim pek. Eğleniyorum aslında. Tek sorun eve gelince yemek dahi yemeden kendimi yatağa fırlatıp sabaha kadar uyumam.
Bu sırada yazmayı bırakmadım. Yazma ihtiyacım için küçük kara kaplı bir defter edindim ve ne zaman yazmak istesem onu yazıyorum.
Yazın belki onları buraya geçiririm. :D
Söz veriyorum geri döneceğim... :P
Bu arada, üniversite sınavlarında bana şans dileyin!

7 Mart 2010 Pazar

Bir şey için ne zaman çok heyecanlansam...

...diye başlayan cümleler kurmaktan bıktım.
FFXIII'ümü aldım ve gelecek. Ancak sadece bir şekilde oyunu oynamam mümkün:
Biri bana HDTV veya HD monitör almalı.
Aksi taktirde istesem de oynayamıyorum.
Kötülüğümü isteyen herkese sevgilerle...

3 Mart 2010 Çarşamba

24 Şubat 2010 Çarşamba

Final Fantasy XIII!


On iki gün kaldı! Yaşasın! Şu anda hayattaki hiçbir şey Hecatoncheir'i summon edip onun gestalt modunda oynamak kadar cezbedici gelmiyor!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Gazete Haberi

Hayatınızdaki en büyük sorunun cevabı sadece küçük bir gazete haberinde saklıysa ne yapardınız?
Çok eski senelerde çıkmış, muhtemelen bir magazin ekinin bir köşesinde ufak bir yer kaplayan bir haberde saklıysa? Ne kadar gazete arşivi varsa internette, hepsinin aramışsanız ve hiçbir şey bulamamışsanız?
Ne yapardınız?
Ne yapmalıyım?

Küçüklük Oyunları

Aklıma bir oyun düştü de bugün, onu araştırırken bir sürü küçüklük oyununa denk geldim. :D Siz de eminim hatırlarsınız. :D Belki oynamak istersiniz diye aşağıya birkaç tanesinin linkini koyuyorum. :D Hem kendim için de kısayol olur. :D Oynamak için Enter, X, Y ve yön tuşları yeterli. :D

Bomberman

http://www.nintendo8.com/game/1/bomberman/

Road Fighter

http://www.nintendo8.com/game/344/road_fighter/

Circus Charlie

http://www.nintendo8.com/game/159/circus_charlie/

Tetris

http://www.nintendo8.com/game/44/tetris/

Dr. Mario

http://www.nintendo8.com/game/495/dr._mario/

Popeye no Eigo Asobi (Temel Reis)

http://www.nintendo8.com/game/190/popeye_no_eigo_asobi/

Pac-Man

http://www.nintendo8.com/game/372/pac-man/

Soccer

http://www.nintendo8.com/game/517/soccer/

Yie Ar Kung-Fu

http://www.nintendo8.com/game/737/yie_ar_kung-fu/

Veee son olarak;

Super Mario! (Efsane. :D)

http://www.nintendo8.com/game/629/super_mario_brothers/

İyi eğlenceler!