29 Aralık 2011 Perşembe

Howl's Moving Castle

          Howl's Moving Castle hayatıma merak sayesinde giren ve zamanla tutkuya dönüşen bir öykü.
          İlk defa filmiyle başlamıştı tanışıklığımız. Pek çok arkadaşım defalarca "Miyazaki filmlerini izlemelisin Öykü," demişlerdi. "Kesinlikle bayılacaksın!" Ben de merak ediyordum ve hep aklımdaki yapılacaklar listemin bir köşesinde Miyazaki filmleri izlemek vardı. Ancak hiçbir zaman önceliğim haline getirip faaliyete geçirememiştim bu düşünceyi.
          Bir gün kardeşim ile televizyonun karşısındaki koltuğa kurulmuştuk. Oğulcan ile o akşam yayınlanacak bir filmi -Asteriks ve Oburiks: Görevimiz Kleopatra- izlemek istiyorduk. Filmin başlamasına daha yarım saat kadar vardı. Kanallar arasında gezinmeye başladım. TRT Çocuk'ta harika çizimlerle karşılaşınca bir an elimi kumandanın düğmesinden çektim. Sağ alt köşede "Yürüyen Şato" adını gördüğümde ise hem şaşırdım -bir Türk kanalında anime film yayınlanıyordu sonuçta- hem de çok sevindim. Arkadaşlarımın önerdiği başlıca filmlerden biri buydu sonuçta. Oğulcan'a filmimiz başlayana kadar bu filme biraz bakmamızı önerdim. O, dünden razıydı.
          Daha sonrasında yaşadığımız tecrübeyi sadece "sihirli" sözcüğü tanımlayabilir sanırım. İkimiz de gözlerimizi kırpmadan, yüzümüzde gülücük hiç eksik olmadan, kılımızı bile kıpırdatmadan -ki doktor onaylı hiperaktif kardeşim için bu büyük bir başarıydı- filmin bizi ele geçirmesine izin verdik. O kadar güzel, o kadar sevimli, o kadar aşk doluydu ki! Film bittikten sonra bile bir süre ekrana bakakaldık. Kendime geldiğimde belki devam ediyordur düşüncesiyle Asteriks'in olduğu kanalı açtım. Devam ediyordu. Tüm gün hevesle beklediğimiz filme ikimiz de boş boş bakışlar attık.
         "Uyuyalım bence."dedim.
         "Evet, bence de." dedi. Ve televizyonu kapadık.
         Çünkü ikimiz de biliyorduk ki ne izlersek izleyelim hiçbiri Howl's Moving Castle'ın bize yaşattığı duyguları yaşatmayacaktı ve ikimiz de bu duyguların etkisi en taze haliyle üzerimizdeyken huzurlu bir uykuya dalmayı seçtik.
          Bundan sonra pek çok Miyazaki filmi izledik Oğulcan ile. Defalarca. Beraber Miyazaki keyfi yapacağımız zamanlarda o Totoro'da ısrar eder, ben ise Spirited Away'de. Ama sonra ikimizin de gözü orada tatlı tatlı bize gülümseyen Howl's Moving Castle'a kayar ve her seferinde onda karar kılarız.     
       
          Tabii ki, Howl's Moving Castle filminin bir kitaptan uyarlama olduğunu öğrenmem çok uzun sürmedi. Ama kitaba birazcık tereddütle yaklaştığımı itiraf etmem lazım. Acaba İngiliz bir yazarın kaleminden çıkmış bu kitap, bu Japon animasyonu kadar renkli ve duygu dolu olabilir miydi? Miyazaki'nin güzel olan bir öyküyü mükemmelleştirdiğini düşünüyordum. Mükemmeli tadan kişi olarak, güzelin bana yetmeyeceği fikrine sahiptim. Bu nedenle kitap bir gün bir kitapçıda burnumun ucunda belirinceye dek kitabı okuma fikrini tamamen uzaklaştırmıştım zihnimden. Ancak kitabı gördüğüm zaman, her okuduğum kitapta olduğu gibi beni çağırdığını duydum. Sayfalar arasında gezinirken "Howl", "Sophie", "Calcifer" isimleri gözüme çarptıkça kalbim küt küt atıyordu. Kendime kızıyordum. Nasıl olur da bir kitabın sadece "güzel" olabileceğine inandırmıştım kendimi? Nasıl bu kadar cahilce bir önyargıya kapılmıştım? Evet, hâlâ kitabı okumamıştım ama biliyordum; her sayfasından ayrı zevk alacaktım. Cebimdeki birkaç liralık bozuk para aklıma gelince buruk bir şekilde kitabı yerine koydum. O sıralar kitap alma lüksüm pek yoktu.
          Bir hafta sonra doğum günümde biricik dostlarım elime hediyemi tutuşturduklarında heyecanım tarif edilemezdi. Ne kadar çabalarsanız çabalayın bir hediyenin kitap olduğu anlaşılır. Elimde tuttuğumun Yürüyen Şato olduğunu biliyordum. Paketi daha açmamıştım ama biliyordum. Çünkü Damla ve Tuğçe beni, en az benim kadar iyi tanıyorlardı. Ve gerçekten de o yeşil kapakla karşılaştım hediyem paketten sıyrıldıktan sonra.
          Sonrası ise yeniden sihirli bir yolculuktu. Hep üzülürdüm, Oğulcan ile filmi ilk izlediğimiz akşamki duyguları yeniden keşfedemeyeceğim için. Unutup, tekrar izleyebilsem keşke diye düşünürdüm. Ah, bilmiyordum ki kitabın benim için yepyeni bir tecrübe olacağını. Hem aynıydı, hem de o kadar farklıydı ki. Her bir anı, her bir karakteri, her bir duyguyu baştan keşfetmek... Yürüyen Şato'yu okumak benim için en eşsiz tecrübelerden biriydi. Kitap bittikten sonra yazarın daha birkaç ay önce öldüğünü öğrenmek gözyaşlarına boğulmama neden oldu. Oysa ona mektup yazmayı düşünmeye başlamıştım kitabı bitirdiğimde.
        Kısa süre sonra Yürüyen Şato'yu Uçan Şato takip etti. Yürüyen Şato'nun aslında bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu öğrendiğimdeki sevincimi tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım. Uçan Şato'ya da hep gülücükler ve huzur duygusu eşlik etti. Şimdi geriye Sihirli Ev kaldı. Ancak o kadar korkuyorum ki Sophie, Howl, Calcifer, Morgan, Michael ve diğerlerinden ayrılmaktan... Okumaya çekiniyorum. Evet, ne zaman istersem kitaplar tekrar okumam için orada olacaklar ama yeni öyküler bir daha olmayacak. Ve ben buna hazır değilim sanırım.
          İşte benim Howl's Moving Castle hikayem böyle. Çok sıradışı değil evet ama bana yaşattığı her bir duygu sıradışıydı. Ve ben de içimi dökmek istedim. Sevgimi paylaşmak istedim.
          Sevgili Diana Wynne Jones, bu kusursuz kitabı yazdığın için sana binlerce kez teşekkür ederim. Umarım şimdi çiçeklerle dolu bir yerdesindir.
          Not: Resimleri Tumblr'dan bulduğum için link veremiyorum. Eğer biliyorsanız yorumda link verirseniz sevinirim. Ben de diğer çizimlerini görmek isterim.

26 Aralık 2011 Pazartesi

"Annen yılbaşında gelmeyi düşünüyordu ama vazgeçmiş," dedi Zoş.
"Öyle mi?" diye sordum.
"Söylemedi mi?" dedi şaşırarak.
"Hayır, duyunca üzüleceğimi bildiği için söylememiş olabilir mi?" dedim.
"Olabilir," dedi sadece. Anlamadı.

18 Aralık 2011 Pazar

Ben sahili özledim. Şu anda yaşadığım şehirde de deniz açısından hiç eksiklik hissedilmese de ben sahilimi özledim. Büyüdüğüm sahili. Mutlu, mutsuz her anımı paylaştığım, yaz geceleri uzanıp dalgaları dinlerken yıldızları izlediğim sahili.

Ben seni sandığımın aksine çok seviyormuşum be Samsun. En azından sahilini... Çok özledim, çok...

15 Aralık 2011 Perşembe

Finnick and Annie - Episode 01 & 02

The Hunger Games'de en sevdiğim iki karakterle ilgili bir mini dizi çekmiş bazı müthiş insanlar. Henüz iki bölüm yayınlandı ama o kadar sevimliler ki bir sonraki bölüme kadar sıkılmadan tekrar tekrar izleyebiliyor insan.
Gerçekten Finnick ve Annie'nin geçmişini anlatan bir kitap okumak isterim. Sana bakıyorum Suzanne Collins.






4 Kasım 2011 Cuma

In its silence, a book is a challenge: it can’t lull you with surging music or deafen you with screeching laugh tracks or fire gunshots in your living room; you have to listen to it in your head. A book won’t move your eyes for you the way images on a screen do. It won’t move your mind unless you give it your mind, or your heart unless you put your heart in it. It won’t do the work for you. To read a story well is to follow it, to act it, to feel it, to become it—everything short of writing it, in fact. Reading is not “interactive” with a set of rules or options, as games are; reading is actual collaboration with the writer’s mind. No wonder not everybody is up to it. — Ursula K. Le Guin

31 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk

Öylesine aklıma gelen bir fikirle dizi ve filmlerdeki en sevdiğim aşk sahnelerini sizinle paylaşmaya karar verdim. Hepsini koymayacağım gerçi. Çok vakit alır yoksa. İlk aklıma gelenleri sadece... Belki daha sonra başka bir tane daha yayınlarım böyle.
Eh doğal olarak spoiler içerir.
Ve özel bir sıraya göre dizilmemişlerdir.
Bir de animelere hiç girmedim. Yoksa Card Captor Sakura'yı baştan aşağı izlerdiniz.



Moulin Rouge
Elephant Love Medley
Fazla söze gerek yok.



~~~

Veronica Mars
Veronica ve Logan'ın ilk öpüşmesi. Benim için bu sahneyi klasik Amerikan gençlik dizisi öpüşme sahnesinden  farklı kılan ne bilmiyorum. Ama çok özel bir sahne benim için. (Bu sahnenin bütün videolarında "Embed"ın disabled olması çok acı.)
http://www.youtube.com/watch?v=EftQn2p_Bzk

~~~
Alias
"We'll find each other."
Alias'ta açık ara en sevdiğim sahne.



~~~
Anastasia
Son sahne. Ayrıca Dimitri'nin Anastasia'nın büyük annesinin verdiği parayı kabul etmediği sahne de bunun kadar güzel. Ama onu bulamadım.




~~~


Windstruck
Mükemmel bir sahne olmasaydı bu kadar engelden sonra koymazdım (film partı içinde ve embed olmadan) ama cidden çok güzel.
Ölünce rüzgar olmak isteyen sevgilisini kaybetmesinin ardından Kyung-jin'in kendisini öldürmeyi "denemesini" gösteriyor bu sahne. Harika.
http://www.youtube.com/watch?v=vPlS6RO9XZ4&feature=related
3:00-4:30 arasına bakmanız yeterli. ^^

~~~

Titanic
Kim ne derse desin ben bu filme aşığım. Ve aşağıdaki sahne beni her seferinde ağlatır.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Yeni

Yeni başlangıçlar yapmanın, yeni kararlar almanın vakti geldi sanki. Ama bunun için önce kendimi dinleyecek vaktimin olması lazım. Hayat öyle hızlı ki... Bedenim ona yetişemezken zihnim bana nasıl yetişsin ki?

20 Ekim 2011 Perşembe

Kendime me2day hesabı açtım. Çok mutluyum. Ama Korece yazmak istiyorum. Ama 저는 한국어 잘 못합니다. Yaaa...

11 Ekim 2011 Salı

Shaoran'ı beklerken...

Bir zamanlar hissederdim. İyi ya da kötü, bir şeyler hissederdim. Kalbim atardı dört gözle beklediğim bir şey olduğunda. Veya birinin gülüşünü gördüğümde. Sevebilirdim. Severdim birini. Hiçbir zaman sevmedi o beni. Hiç üzülmedim, sadece sevdim. Sonra artık serbest bıraktım duygularımı. O zaman fark ettim ki hepsini tüketmişim. Ne kalbim çarpıyordu, ne karnımda kelebekler uçuşuyordu artık. Ufak tefek filizler oluyordu arada ama onlar da solup gidiyordu.
Sonra asla sevemeyecekmişim gibi hissetmeye başladım. Ve sevsem de sevilemeyecekmişim gibi. Asla sevilemeyecekmişim gibi.

Oysa ben sadece Sakura olmak istemiştim.

9 Ekim 2011 Pazar

Sadece solağım...



Look at me, at my small appearance
Can you laugh whenever you want?
Can't you at least pretend
That you don't know me for once?

But the world sometimes turns upside down
And hey say kids like me mess things up
They say we all have to use the same hand

Don't curse me with those eyes
I'm not going to ruin anything
I'm left-handed

1 Ekim 2011 Cumartesi

I Have A Dream



I have a dream, a song to sing
To help me cope with anything
If you see the wonder of a fairy tale
You can take the future even if you fail
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream

I have a dream, a fantasy
To help me through reality
And my destination makes it worth the while
Pushing through the darkness still another mile
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream
I’ll cross the stream - I have a dream

I have a dream, a song to sing
To help me cope with anything
If you see the wonder of a fairy tale
You can take the future even if you fail
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream
I’ll cross the stream - I have a dream 



~ ABBA - I Have A Dream

21 Eylül 2011 Çarşamba

Duyuru

Sevgili Şeytan veya Lucifer veya adın her ne ise;
Eğer beni ziyaret edersen beni Kore'ye göndermen karşılığı ruhumu sana satmaya hazırım. Haberin olsun.
Sevgilerimle,
Öykü

Not: 10 yıl sonra cehennem köpekleriyle beni sürüklemezsen sevinirim. Uslu uslu geleceğim, söz.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Bana "Neden lens takmıyorsun?" diyenlere Doctor'dan geliyor:

11 Eylül 2011 Pazar

Bana şurayı versinler, başka bir şeyim olmasa da olur.

8 Eylül 2011 Perşembe

KARA - Step

Kızlar! Sonunda yıllardır hak ettiğiniz ilgiyi görmeye başladınız. Kore müziğiyle hiç alakası olmayanların yaptığı yorumları gördükçe gurur duydum sizinle. Yürüyün be!

4 Eylül 2011 Pazar

Çamaşır

무너진 가슴이 다시 일어설 수 있게
난 어떡해야 할까요? 어떻게 해야만 할까요?


31 Ağustos 2011 Çarşamba

YEEEEEEEEY!

Bugün artık çok daha güzel!


Bu rüya değil, değil mi? Siz de görüyorsunuz değil mi? Panic Vol. 1 değil mi? Allah'ım! Çok mutluyum!

A Nice Day

Bugün hayat karşıma ne çıkarırsa çıkarsın güzel bir gün geçireceğim! Güzel değil hatta, harika! Bugün harika bir gün! Günlerin en güzeli.

Sevimlilik Yumağı

Final Fantasy VII'deki favori çiftimi tahmin edin!

Hayır, o değil.

I-ıh o da değil.

Bu!


Vincent ve Yuffie! Çok seviyorum bu ikiliyi.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Hep Mükemmel Olmak


Bu seri ile tanıştığım gün hayatımın en güzel günü olabilir mi? Olabilir, evet.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Arkadaş Sorunu

Hangi üniversiteyi kazandığımın sonuçları yaklaşırken, gireceğim kesin ama hangisi bilinmez, büyük bir korku da kendini göstermeye başladı. Ben yıllardır tanımadığım kimsenin olmadığı bir ortama girmemiştim!
Bu konuda içimi rahatlatan bir iki kişi sayesinde kendimi daha iyi hissetsem de annem beni teselli etmeye kalkışırken daha da batırarak yine dengemi bozmayı başardı.
Aslında her şey güzel gidiyordu. Daha sonra annem "Senin tek şeyin," şeklinde cümleye başladı. Beynim "şey" sözcüğünü "avantaj" şeklinde doldururken "hazırlık okumayacak olman." diye devamı geldi cümlenin.
"Yaşıtlarımla aynı dönemde olacağım işte, güzel değil mi?"diye annemin cümlesine anlam vermeye çalışırken annem korkunç cümleyi patlatıverdi.
"Onlar hazırlıkta kaynaşmış olacaklar."


Annem daha sonra "Ama yine de yaparsın sen," dediyse de bir önceki cümlesinden sonra hiçbir şey beni buna ikna edemez.

Sevgiler,
Forever Alone

12 Ağustos 2011 Cuma

Love

“We are all a little weird and life’s a little weird, and when we find someone whose weirdness is compatible with ours, we join up with them and fall in mutual weirdness and call it love.” - Dr. Seuss

4 Ağustos 2011 Perşembe

Ne olursa olsun bilgisayarda yazmak hiçbir zaman bir defterde yazmak gibi olamaz. O yüzden defterlere yazdığım hikayeler bilgisayardakilerden kat kat daha yaratıcı ve doğal oluyor.

Bir de yazmak, konuşmaktan daha güzel. Hepimiz yazarak anlaşsak?

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Heartstrings Hakkında

Not: Dramalar hakkında yeni yazılarım için http://yunaninkoregunlugu.blogspot.com 'a uğrayın. ^^
Heartstrings şu anda güzel ilerliyor. İlk iki bölümde renk paletinden nefret etmiştim. Fragmanlardaki renkler nereye gitti diye düşünüyordum. Üçüncü bölümde geri döndüler. Bir de bazen kamera çok oynuyor. Birisinin yüzü yakın plan çekilirken bile sürekli bir sağa sola gidişler var. Sadece bir bölümde dikkatimi çekti gerçi bu, sonra herhalde insanlar ekran başında epilepsi krizi geçirmeye başlayınca bundan vazgeçtiler.

Kötü özellikleri aradan çıkardıktan sonra, beğenilerime geçersek Park Shin Hye ve Jung Yong Hwa arasındaki elektrik çok hoş. Yong Hwa'nın oyunculuğu pek harika değil evet, ama açıkçası ben You're Beautiful'dan bu yana geliştiğini düşünüyorum ki You're Beautiful'da da karakterine inanabilmiştim. Hatta You're Beautiful'da hep Shin Hye ve Yong Hwa'nın karakterlerinin kavuşmasını istediğim için Heartstrings'e baştan severek başladım.

Gyu Won (Shin Hye) ve Shin (Yong Hwa) arasındaki düşmanlığı izlemesi çok keyifliydi. İlk abayı yakan Gyu Won olsa da onun sahnelerinden ziyade Shin'in yavaş yavaş Gyu Won'a aşık olmasını izlemek çok eğlenceli. Üstelik Shin'in -başarısızca- bunu saklamaya çalışması da beni çok güldürüyor. Daha eğlenceli sahneler gelmek üzere.

Ayrıca o sahne korkusu olan çocuğun sesi mükemmel. Ekleyeyim dedim.

Ancak dizide parlayan biri varsa o da bir tanecik Kang Min Hyuk!
Tipe bak! Evde beslemek istiyorum onu.

Neyse sonuç olarak Heartstring çok hoş ilerliyor. Konu olarak yeni şeyler sunmuyor. Yan yana eve taşınma klişesini bile kullandılar. Ama bunlar batmıyor. Ayrıca geleneksel müzik ve rock müzik sentezini daha çok görmek istiyorum.

Bu dağınık yazı da böyle biter. :D

1 Temmuz 2011 Cuma

Salyangoz

Dinlemeyi çok sevdiğim bir şarkıdan yola çıkarak yazdığım kısa bir hikaye. Daha önce yazdıklarımdan farklı bir şey oldu bu. Devamını yazar mıyım, devamı var mı yok mu henüz bilmiyorum. Umarım hoşunuza gider.

***


Salyangoz yola çıktı.

Bir Temmuz günüydü. Herhangi bir yerde herhangi bir günün olabileceği kadar sıradan bir gündü. Salyangoz kendini çok cesur hissediyordu. Sıradan güne karşı koyabilmiş ve onu sıra dışı kılacak bir harekette bulunabilmişti. Salyangoz giderken sıradan gün bir köşeye oturmuş somurtuyordu. Bu Temmuz gününün böylesine bulutlu olmasının nedeni de sıradan günün Salyangoz’a olan öfkesiydi. Ama Salyangoz arkasına bakmadı.

Yola çıktı.

Arkadaşları ona gülmüşlerdi gitmek istediğini söylediğinde. “Koskoca dünyanın yükü omuzlarında, iki adım gitsen yorgun düşer gerisingeri dönersin,” demişlerdi. Şu dünyada sıradan bir günden daha kötücül bir şey vardıysa o da hayal kuramayan kişilerdi. Kendi küçük dünyalarında öylesine hapsolmuşlardı ki o dünyanın sınırlarını zorlayan en ufak bir şeyi dahi küçümser, onun yanlış kendilerinin doğru olduğunu ileri sürerlerdi. Salyangoz’un arkadaşları da onun gitmesinin imkânsız olduğunu söyleyip durdular. Bunun için hiçbir dayanakları yoktu ama onlar hayal kuramazlardı, ellerinde ne varsa tek elde edebileceklerinin sadece onlar olduğunu düşünürlerdi, bu yüzden onlar da her şeye sorgusuz sualsiz körü körüne bağlananların yaptıklarını yaptılar: fikirlerini kabul ettirmek için her kelimede daha çok yükselttiler seslerini. Onların sesleri yükseldikçe düşünceleri fısıltıya dönüştü Salyangoz için. Onları duymazdan gelmek çok kolay oldu.

Ve yola çıktı. Ne bir harita, ne bir pusula… Sadece zihninde duyduğu sesti onun rotasını çizen. Kendini bildi bileli duyardı bu sesi. Ne olduğunu anlamak için yıllarını harcamıştı. Küçük bir ormanda yaşardı Salyangoz. Oradaki hiç kimse ormanın ötesini bilmezdi. Bu yüzden kime anlamamıştı Salyangoz’un duyduğu sesin ne olduğunu. “Martı geldiğinde ona sorarsın, o kesin bilir,”demişti ormanın bilge baykuşu. Martı, her kış ormanı ziyaret ederdi. Tüm dünyayı gezdiğini iddia ederdi. Oysa sadece orman ve deniz kıyısında bir kasaba arasında göç eder durur ve tüm dünyayı bunlardan ibaret sanırdı. Yaşadığı maceraları orman sakinlerine anlatmayı pek severdi. Maceraperest küçük kuşlar Martı’ya bayılırdı, anne kuşlar ise çocuklarının boş hayallere kapılıp ormanın dışına seyahat etmelerinden korkarlardı ve bu yüzden Martı’yı çok da hoş görmezlerdi. Ormanın dışı tehlikelerle doluydu ne de olsa.

Martı yine ziyarete geldiğinde Salyangoz sesi ona da anlattı. “Biliyorum tabii ki! Okyanusun sesi bu. Dünyanın sonunda bulunur.”

“Dünyanın sonu mu var?”diye sordu ufak bir sincap.

“Olmaz mı! Okyanus işte. Ondan ötesi yok. Uçsuz bucaksız bir mavilik sadece.”

Okyanustu Salyangoz’un gideceği yer. Bu acımasız ve hayal kuramayan dünyanın sonundaki okyanus. Dalgalardı zihninde duyduğu ses. İşte artık okyanusu ve o uçsuz bucaksız maviliği görme isteğinin, var olan tüm duygularına ağır bastığı gündü bugün.

Ve bugün Salyangoz yola çıktı.

23 Haziran 2011 Perşembe



Dört gözle beklediğim albümlerim geldi. Önce hangisini dinlesem acaba? Bir de bir mucize olup Panic Vol. 1 bulabilsem keşke. Ama bu kadarına sahip olmam bile büyük bir mutluluk. Yaşasın!

11 Haziran 2011 Cumartesi

You've Fallen For Me / Heartstrings

Bu drama için çılgınlar gibi heyecanlı olanlar parmak kaldırsın! Evet evet ben de! You're Beautiful'da kavuşamadılar ama sonunda en sevdiğim drama çiftlerinden biri başka bir dramada ana karakterler! Nihahaha... Hem de drama üç hafta sonra başlıyor. Yani, hiçbir vicdan azabı çekmeden rahat rahat izleyebileceğim bir zamanda. Çifte mutluluk yaşıyorum.

7 Haziran 2011 Salı

Tekken Blood Vengeance

Bu film için gerçekten çok heyecanlıyım. Ne kadar olduğunu anlatamam. Teaserı izlediğim andan beri çıldırıyorum. Trailer geldi çıldırmalarım arttı.

Xiaoyu'nun önplanda olduğu bir Tekken filmi mi? Şimdiden favori filmlerim arasına girdin dostum.
Uzun uzun yazmayı filmi izledikten sonraya bırakmak istediğim için trailerdan resimler paylaşacağım sadece. Çünkü videolardan görüntü almayı çok seviyorum. Ayrıca Nina ve Anna'nın et şöleni yapılmamasına çok sevindim. Nihayet sıkı bir vücutları var. Hep içime oturmuştu bu durum evet.






































4 Haziran 2011 Cumartesi

Romana



Eğer bir gün Doctor Who eski seriyi izlersem, ki birinci sezonu indirdim (siyah beyaz!), bunun en büyük nedeni dördüncü Doctor (Tom Baker) ile seyahat etmiş olan Romana olacak. Sadece birkaç videosunu izlemiş olmama rağmen Romana, kişiliği ve kıyafetleriyle favori Doctor Who karakterlerimden biri oldu. Ayrıca kendisi bir Time Lady. Bu bile tek başına bir neden onu sevmek için.
Romana'nın savaştan kurtulma ihtimali olması ise bir harika. Belli mi olur, belki döner.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Bazen bazı şeyleri yapmayı çok özlüyorum. Çok büyük bir özlem duyuyorum geçmişteki bazı zamanlara. Öyle bir zamana, öyle bir ortama tekrar kavuşmak istiyorum. O kadar özlüyorum ki, para biriktirip bir otobüse veya trene atlayıp geçmişteki o güzel zamanları tekrar yaşayabileceğim bir yer bulana kadar yolculuk etmek istiyorum.
Kimseye anlatamıyorum bu özlemimi. Beni anlayacaklardır muhtemelen ama bu özlemin, bu isteğin ne kadar derin olduğunu göremeyeceklerdir. Açıklayamam ben de. Şekli şemali olmayan bir duygu bu. Adı yok. Ondan kimseyi göremediği için de suçlayamam.
Bir gün sahiden de atlarım bir trene belki.

24 Mayıs 2011 Salı

Rainie

Yaz için arşivlediğim bir drama da Drunken To Love You. Listeye koymayı unutmuştum onu. Sonra da üşengeçlikten düzenlemedim. :D

Dizinin benim için en önemli özelliği, ana karakter kızı Rainie Yang'ın oynaması. Rainie Yang'a tek kelimeyle bayılıyorum. Benim için çok özel bir oyuncu. İlk izlediğim dramanın (Devil Beside You) ana karakteri olmasının yanısıra, şarkılarına da bayıldığım biri. Onun sayesinde uzakdoğu pop müziğine kaydım zaten.

Drunken To Love You'nun bölümlerine öylesine göz gezdirirken Rainie'nin şarkılarını ve kulağına taktığı göbek piercinglerini (Bodrum'dan Devil Beside You'da taktığını bulmuştum. Gerçi benimkinin "çubuğu" daha küçük ama olsun.) ne kadar özlediğimi fark ettim.

Dizide çalan şarkı henüz yayınlanmadı sanırım, sadece diziden bulabildim çünkü. Ama onu paylaşayım dedim. Dizinin ilk bölümünden zaten. İzlemek isteyenlere pek spoiler olmaz sahne. Bir an önce çıksa da indirsem şarkıyı. Rainie! Her zamanki gibi çok güzelsin!


23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kazak/Elbise Sevdası

Benim bu uzun kazak-elbiselerden çektiğim nedir arkadaş! En son Eun Chae'nin elbisesini bulamamaktan dert yanmıştım burada. Nereden bileyim daha kötüsü olduğunu! İstediğin bir elbiseyi bulup da alamamak da varmış.

Şöyle ki, 49 Days'de Ji Hyun/Yi Kyung'un giydiği bir elbise vardı çok hoşuma giden. Elbiseyi buldum bulmasına ama bu sefer de marka çıktı. (Yi Kyung'un karakteri zar zor para buluyor. Kızın kutularda marka elbise ne arıyor! Cık cık! Gerçekçi olun senaristler!) Doğal olarak o elbiseyi alacak param yok şu anda. Ben oturup bakarım öyle iç çeke çeke.

22 Mayıs 2011 Pazar

Alias

Ben bu dizi için sabah 6'da kalkardım. Akşamki tekrarını beklemeye dayanamazdım. Hâlâ da bayılıyorum.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

49 Days Hakkında


Güncelleme: Kore dizileri hakkında artık şurada yazıyorum. :D
49 Days, uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir dizi olmuşken hakkında uzun uzun yazmayı (sanki hiç yazmamışım gibi) deliler gibi istiyorum. Son bölümden bahsetmek ve resimler de eklemek istediğim için sonunda bloguma "Devamı" özelliğini ekleyebildim. Uzun uzun yorumlar yapacağım ve resimler ekleyeceğim yazı için "Devamı"na basmanız yeterli. Ancak çok düzenli bir yazı olmayacaktır onu da söyleyeyim. :D
~Devamı Spoiler İçerir~




49 Days'e ilginç konusu olan ve eğlenceli zaman geçirilecek bir drama gözüyle bakarak başlamıştım. O kadar hafif ve eğlenceli başlamıştı ki, her ne kadar ölüm konusunu işlese de, en sonunda Ji Hyun'un hayata döneceğine ve bunun "mutlu son" olduğuna kesin gözüyle bakıyordum. Pek çok kişi öyle bakıyordu muhtemelen.
49 Days'in sonu mutlu son anlayışına yeni bir anlam kattı. En sonunda Ji Hyun'un ölmesine ve Yi Soo'nun da gitmesine rağmen döktüğüm gözyaşları çok güzel gözyaşlarıydı. Mutlu bir sondu. Ve o kadar anlamlıydı ki, o diziyi izlemeden önceki Öykü değilim artık. Biliyorum çok kolay etkilenen biriyim belki de ama eğer beni iyi yönde etkilediyse sorun yok, değil mi?

Nereden başlayacağımı bilmiyorum aslında. Önce Yi Soo ve Yi Kyung'un son buluşmasından başlayayım.


Dizinin en duygusal ve en güzel anlarından biriydi kesinlikle. Yi Kyung ve Yi Soo birlikte bu son günü geçirebilmek için beş yıl boyunca acı çekmişlerdi. Yi Kyung, Yi Soo ile kavga ederek ayrılmıştı. Onun kendisini terk ettiğini, kimsenin kendisini istemediğini ve bunu tam olarak çözüme ulaştıramadan Yi Soo'nun öldüğünü düşünerek beş yıl boyunca ölüden farksız bir hayat yaşamıştı. Yi Soo ise Yi Kyung'a onun hayatındaki en değerli insan olduğunu söylemek ve evlenme teklif etmek için fırsat bulamadan hayatı ellerinden alınmıştı. Beş yıl boyunca Yi Kyung'a bunları söylemek için beklemiş ve sonunda Yi Kyung ile beraber olabileceği tek bir gün hakkını kazanmıştı.
Yi Soo'nun kaza günü aldığı yüzükleri taktıktan sonra güzel bir gün geçiren çift ayrılma vakti geldiğinde benim için ve Yi Kyung için kabul etmesi zor ve Yi Soo için yapması büyük bir olgunluk gerektiren bir konuşma gerçekleşti.

Yi Soo: Sırf seni görebilmek için beş yıl bekledim. Senin için, bu yüzüğü verebilmek için, seni sevdiğimi, bir anlığına bile başka birini düşünmediğimi söylemek için, evlenme teklif etmek için. Bunları söylemek için. Ama... Artık öyle değil. Söylemek istediklerim değişti. Seni o zamana kadar sevdim. Şu andan itibaren seni sevmeyeceğim. Seni acı içinde geride bırakmak istemediğim için, sadece beni unutmanı ve mutlu olmanı istiyorum. Bunun için beş yıl bekledim.
Yi Kyung: Hayır. Öyle söyleme Yi Soo. Ben de seninle geleceğim.
Yi Soo: Beraber gidemeyiz. Sırf benimle olmak için gidip ölümü seçsen bile yine de ayrı olacağız. Ölüm budur.
Yi Kyung: Burası... Tek başına çok acı veriyor. Sensiz dayanamıyorum.
Yi Soo: Benim için dayanabilir misin? Ancak senin gitmene izin verdikten sonra bir sonraki hayatımda mutlu olabilirim. Eğer mutlu olmazsan benim kalbim de kaos halinde olacak ve huzur içinde olmayacağım. Kötü huylu, bencil, sevilemeyen, sevemeyen, mutsuz yaşayan biri olarak yeniden doğacağım. Bu yüzüğü at.
Yi Kyung: İstemiyorum.
Yi Soo: At. Artık bir anlamı yok. Aramızdaki yanlış anlaşılmaları giderdi. Tek görevleri de buydu.
Yi Kyung: Yapma, yapma!
Yi Soo: Benim için ne kadar önemli bir insan olduğunu biliyorsun. Seni terk etmedim. Benim için sen en önemli insandın. Harika bir insandın. Bu yüzden, başkası için de önemli bir insan olacaksın. Benim için mutlu olacağına söz ver. Hiçbir pişmanlığım olmadan gitmeme izin ver ve böylelikle bir sonraki hayatımda yeniden başlayabileyim. Yi Kyung, benim için mutlu ol. Senin gibi biriyle tanıştığım için minnettarım ve şanslıyım.
Yi Kyung: Çok üzgünüm... Hep senden aldım ve geriye hiçbir şey vermedim.
Yi Soo: Git ve seni sevecek birini bul ve benim yerime, sevgini o kişiye ver.

İlk başta benim için kabul etmesi çok zor bir ayrılıktı bu. İnsanların öldükten sonra bile birlikte olamaması çok korkutucu bir düşünce gibi gelmişti. Birisinden ayrılacak ve sonsuza dek bir daha asla görmeyecektin. Tabii kimse ölümden sonra ne olacağını bilmese de bu dizideki düzen hiç mi hiç hoşuma gitmemişti. Çok kötü hissetmiş ve blogda da bundan bahsetmiştim. Ama sonra zaman geçtiğinde ölümden sonra bir daha göremeyecek olsan da sevdiklerini önemli olanın onlarla beraber yaşadığın zamanlar olduğunu fark ettim. Onlarla yaşadığın her güzel anı zihninin en güzel yerlerinde saklayıp hayatına devam etmelisin. Ve onları kaybettiğin için üzülmek yerine onlara sahip olduğun için kendini şanslı hissetmelisin. Hayatına devam etmek, tekrar sevmek, tekrar gülümsemek onları sevmediğin anlamına gelmez. Bir daha göremeyecek olman da onlarla yaşadığın her bir anı daha önemsiz kılmaz. Güzel şeyler bittiğinde onları geride bırakmayı, ölene dek onlara bağımlı yaşayamayacağımızı öğrenmeliyiz.

Beni çok etkileyen bir başka sahne Min Ho'nun sonunda her şeyden pişmanlık duyduğu, o pişmanlığı bize de iliklerimize kadar hissettirdiği, annesiyle görüştüğü sahne oldu. Onun büyük bir adam olduğunu düşünen hasta annesinin karşısında küçük bir çocuk gibi mahcup oturuşu Yi Soo ve Yi Kyung sahnesinden sonra daha fazla gözyaşımın kalmadığını düşünen beni yanılttı ve hüngür hüngür ağlamama neden oldu.
Babandan farklı olacağını biliyordum. Ben böyle iyi bir çocuğu hak etmedim. Teşekkür ederim çocuğum.
Annesinin bu sözleri söyleyip Min Ho'ya sarılması, Min Ho'nun çaresizce hüngür hüngür ağlaması, Min Ho'nun arabaya binerken kollarındaki kelepçeleri annesinden saklaması... Dizinin en mükemmel sahnelerindendi kesinlikle. İfadesinde In Jung'u ele vermemesi de hem artık değiştiğinin hem de In Jung'a gerçekten değer verdiğinin göstergesiydi.

In Jung'un hatalarını fark ettiği sahne ise beni o kadar etkiledi ki aklıma geldiğinde bile gözlerim doluyor. Belki Ji Hyun, In Jung ve Seo Woo'nun çok yakın üç arkadaş olması bana Damla ve Tuğçe ile olan arkadaşlığımı hatırlattığı içindir. En başından beri içimizden biri In Jung'un yaptığı gibi davransa nasıl olurdu diye hep düşündüğüm için en sonunda In Jung'un Ji Hyun'u gerçekten sevdiğini fark etmesi ve Ji Hyun'u hayata döndüren üç saf gözyaşından birinin sahibinin In Jung olması beni çok mutlu etti. Ne olursa olsun gerçek dostlukların doğru yolu hep bulacağını anladım. In Jung'un gerçekten Ji Hyun'un dostu olduğunu anlamak, içimi rahatlattı. Bütün yaptıklarına rağmen onu affedebildim.
In Jung, Ji Hyun'un ruhu ortalıkta gezinmesin diye oksijen masesini çıkarmaya gittiği bir sahne vardı. Han Kang onu yakalayıp odadan atıyordu. (Han Kang için apayrı bir paragraf olacak tabii. Yerim onu.) Orada Han Kang gelmeden önce olanları ayrıntısıyla görüyoruz son bölümde.


Ji Hyun'un oksijen maskesini tam çıkaracakken kendi yansımasını gören In Jung o anda nasıl bir canavara dönüştüğünü anlıyor.

Şu anda ne yapmak istiyorum? Ne yapıyorum ben? Tanrım! Nasıl yaparım? Ji Hyun! Şu anda ne yapmak istiyorum ben? Ne yapıyorum!? Bunu sana nasıl yaparım? Benim istediğim bu değildi! Bendim. Senin yüzünden değildi. Benim yüzümdendi. Seni kıskanan bendim. Min Ho Oppa'nın sana yaklaşmasını sağlayan da bendim. Seni hayal kırıklığına uğrattım, Seo Woo'nun dostluğunu kaybettim. Kendi kendimi mahvettim. Hepsi benim yüzümden. Ji Hyun! Hatalı olan benim. Hatalı olan benim. Bir hata yaptım. Ji Hyun! Özür dilerim.
Han Kang geldiğinde ise In Jung'un tek yaptığı Ji Hyun'un yüzünü okşamaktı. Daha sonra Min Ho'nun yanına gidip artık durmaları gerektiğini, ikisinin de o aileyi sevdiğini fark etmeleri gerektiğini söyledi. Ancak hırsı gözünü bürümüş olan Min Ho'nun durmaya niyeti olmayınca Min Ho'nun annesine emanet ettiği dosyaları annesinden alıp Min Ho'yu polise şikayet edenin de In Jung olduğunu anlıyoruz. Onu daha fazla kötülük yapmaktan korumak için In Jung onu hapse attırmayı seçmişti. Min Ho'yu şikayet ettikten sonra ise Ji Hyun için saf gözyaşını döktü.

Ji Hyun! Keşke zamanı geri döndürebilsem! Böylelikle senin iyi niyetini yanlış anlamazdım. Böylelikle senin için... yüzde yüz içten olabilirdim. Keşke gerçekten zamanı geri döndürebilsem. Birbirimize baktığımız, kahkahalarımızla dolu zamana.

Sıra Ji Hyun'un ölümüne geldi. Ji Hyun, zamanından önce öldüğü için 49 gün şansını kazanmıştı. Ancak kim bilebilirdi ki kaderindeki ölüm zamanının zamansız bitkisel hayata girişinden sadece 55 gün sonra olduğunu. Ji Hyun hayata dönmüştü dönmesine ama yaşayacak sadece altı günü vardı. Araya 49 günün girmesi haksızlık olacağı için 49 günü hatırlama fırsatı verildi Ji Hyun'a. Ve Ji Hyun bu altı günde tüm sevdiklerine veda etme şansı yakaladı. Han Kang'a onunla yaşadıklarını hatırladığını söylemedi, onu unutması kolay olsun diye. (Neyseki Yi Kyung, Han Kang'a söyledi de Han Kang onunla geçirdiği günün birlikte geçirdikleri son gün olduğunun farkında bir şekilde onunla zaman geçirdi.)
Ji Hyun, Yi Kyung'a öleceğini ilk söylediğinde Yi Kyung bunun acımasızca olduğunu düşündü. Ama Ji Hyun ise 49 günün onun için bir hediye olduğunu söyledi.

Eğer 49 günüm olmasaydı, babamın şirketi şu anda muhtemelen Min Ho'nun elinde olacaktı. Nişanlımın ve arkadaşımın ihaneti nedeniyle sinir krizi geçirecektim. Muhtemelen şoku atlatamayıp, intihar edip ölecektim. Kaderim bu muydu? 49 gün sayesinde Kang'ın aşkını yaşayabildim. Aşkı hissedebildim ve babamın şirketini koruyabildim. Ve yaşadığım hayata dönüp bakma şansını yakaladım. Bazen kendimi çok şanslı hissediyorum. Bütün bunları bilmeden ölseydim, sahte bir hayat yaşamış olarak ölecektim.
Ji Hyun'un bu sözleri her şeyi mükemmel açıklıyor. İlk bölümde gitmek istemediğini haykıran Ji Hyun son bölümde ölümü kabul edip gülümseyerek bu dünyayı terk etti. 49 gün onun için sahiden de bir hediyeydi.
Yi Soo ile son sahneleri bir harikaydı. Ji Hyun'un bedeni yere yığıldığında Yi Soo elini tutup ruhunun ayağa kalkmasına yardım etti.
Shin Ji Hyun. Çok, çok iyi bir şekilde yaşadın hayatını.
Bu 49 gün boyunca pek çok şey paylaşmış, birbirleri için çok yakın birer dost olmuşlardı. Tek bir kelime bile etmediler Ji Hyun giderken. İkisi de gözleri dolu dolu birbirlerine gülümsediler sadece. Hiçbir şey söylemelerine gerek yoktu zaten. Yi Soo, Ji Hyun mutlu bir şekilde gidebildiği için mutlu ve gururluydu. Ji Hyun ise Yi Soo'nun tüm yardımları ve dostluğu için minnettardı. En yalnız olduğu anlarda bile Yi Soo onu yalnız bırakmamış hep ona yardım etmişti. İki dost birbirlerine son kez baktılar.


Ji Hyun öldüğünde tüm karakterlerin ağlaması mükemmeldi. Ji Hyun bitkisel hayata girdiğinde onun arkasından iş çevirenler bile yüzde yüz saf gözyaşı dökmüşlerdi. Ji Hyun o 49 günde gerçekten bir fark yaratmış ve pek çok insan kazanmıştı.
Han Kang da 49 günün büyük bir hediye olduğunun farkındaydı ve Ji Hyun ile geçirdiği o günler için minnettardı.


Kang-ah! Son bölümle ilgili yorumlarıma devam etmeden önce senden bahsetmek istiyorum. Kore drama dünyasına fazla zekası olan bir karakterdi Han Kang. Son bölümde bile zekasını konuşturmaktan geri durmadı. Ji Hyun'u gerçekten sevdi ve dizideki olayların yüzde doksanının çözülmesini sağladı. Eğer Han Kang her dizide olsaydı yirmi bölüm sürmüş olan pek çok drama beşinci bölümü göremezdi. Han Kang her şeyi çözerdi. Bundan sonra da dramaları izlerken "Kang-ah burada olsaydı..." diye pek çok kez düşüneceğim. Bu dramanın kahramanı sensin Han Kang!


Yi Kyung'un Ji Hyun'un kayıp ablası çıkması (Han Kang bir gizemi daha çözer...) pek çok kişi tarafından fazla tesadüfi bulunmasına rağmen benim çok hoşuma giden bir ayrıntı oldu. Çünkü Yi Kyung'un Ji Hyun için ağlaması çok anlamlıydı ama gözyaşı sayılsaydı In Jung karakterinin kendini affetirme fırsatı olmazdı. Biricik Yi Kyung'unun ailesinin bulunmuş olması Yi Soo'nun da tamamen huzura erişmesini sağladı. Ayrıca Yi Soo'nun bu kız için yaptığı iyilikler son bulmayacak mı? Bir erkek nasıl bu kadar mükemmel olabilir? Yi Kyung'un küçüklük çantasını ve ayakkabısını saklaması her şeyin çözülmesini sağladı. Bir de Yi Kyung adına bir de banka hesabı açtığını ve her ay içine azar azar para katarak hayallerinin pansiyonunu kurmak için para biriktirdiğini de öğrendik.


Ve görevini tamamlayıp gitmeden önceki son gününde son bir kez Yi Soo, Yi Kyung'u görmeye gitti. Onu göremeyen Yi Kyung'a dokunmak için elini uzattı ve sonra geri çekti. Hem kendini durdurabildiği için hem de artık Yi Kyung'un onun varlığını hissetmediği, hayata devam edebileceği, düşünecek başka kişileri olduğu ve mutlu olacağı için mutlu bir şekilde gitmeye hazırdı artık.

Yi Soo'nun o kendine güvenen hızlı adımlarla bir sonraki hayatına yürüdüğü görüntü asla zihnimden silinmeyecek.


İki yıl sonra herkes hayatını mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamaya başlamıştı. Seo Woo, Han Kang'ın yanında çalışan Ki Joon ile sevgili olmuştu. Yine orada çalışan çifte kumrular (bir türlü hatırlayamıyorum isimlerini) bir bebek bekliyorlardı. Dr. Noh ile Yi Kyung sevgili olacak diye ömrümden ömür gitti bir an ama neyseki onunla arkadaş oldukları ortaya çıktı. Onun da Soon Jung ile potansiyel sevgili olacakları ipucu verildikten sonra içim rahatladı. Han Kang ve Yi Kyung yakın birer arkadaş olmuşlardı. İkisi de Ji Hyun'un ailesinin (tabii artık Yi Kyung'un da ailesinin) şirketinin bir projesinde iş almışlardı ve beraber oraya gideceklerdi. Yi Kyung ailesinin onu başa geçirme ısrarlarına rağmen sıfırdan başlamayı tercih etmiş ve iş görüşmesine gidip hakkıyla işini almıştı.

Han Kang ve Yi Kyung gitmeden önce yan yana gömdükleri Ji Hyun ve Yi Soo'yu ziyarete gittiler. Çok hoşuma giden yerlerden biriydi. İki dost yan yana birbirlerine destek olurcasına yan yana gömülülerdi ve başlarına birer de fidan dikilmişti. Giden iki hayatın yerine başlayan iki hayat.

Yi Kyung: Ji Hyun! Han Kang her gün çok meşgul. Aynen istediğin gibi, bana çok iyi bir arkadaş oldu. Heaven'daki insanlarla, senin tatlı kişiliğin sayesinde, ben de uyum sağlayabildim.
Han Kang: Ji Hyun! Herkes göçtüğünü bilse de, sen hayattaymışsın gibi yaşıyorlar. Senin 49 günün sayesinde, hayatımı 49 günmüş gibi yaşıyorum. Ne zaman öleceğimizi bilmesek bile bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Senin 49 günün sayesinde, değişikliklerin olduğunu gördüm. Burada hayatlarımızdaki en önemli insanlar yatıyor.
Yi Kyung: Hayatımızı değiştiren ve güzelce giden iki insan.
Han Kang: Onlarla yaşadığımız bu 49 günlük yolculuk sayesinde...
Yi Kyung: Her günümüzü son günümüz gibi yaşayacağız ve değerini bileceğiz.
Han Kang: Ji Hyun, seninle tanıştığım için...
Yi Kyung: Yi Soo, seninle tanıştığım için...
Han Kang: Çok mutluyum.
Yi Kyung: Çok mutluyum.

İşte bu. Bu dizinin verdiği en önemli mesaj bu. Her günün değerini bilmeliyiz. Her aldığımız nefesin ne kadar değerli olduğunun, her gün birçok kişinin hayata veda ettiğinin ve bizim gibi nefes almak isteyebileceğinin farkına varmalıyız. Ben bunu hep bilsem de gerçekten hissedemiyordum. 49 Days bu duyguyu hissetmemi sağladığı için ve hayatımı güzelleştirdiği için minnettarım ben de.

Son olarak dizide beni en çok ağlatan sahneden bahsetmek istiyorum. Bunu sona ayırdım çünkü çok harika ve özel bir sahne.
İki yıl sonra In Jung'un lise yıllarını hatırladığı sahne. Bu dizideki üçlünün Damla, Tuğçe ve bana ne kadar benzediğini bir kere daha anladığım sahne. (Şeyda'm da Samsun'da okusaydı liseyi keşke.)

Üçlü okula geç kalırlar ve dışarda cezalandırılırlar. Derken Ji Hyun'un karnı guruldar. In Jung cebinden bir çikolata çıkarıp ikiye böler ve birini Ji Hyun'un diğerini Seo Woo'nun ağzına sokar. Ji Hyun ve Seo Woo aynı anda çikolatayı ısırıp kalan parçaları In Jung'un ağzına tıkıştırırlar.

İşte bu sahne onların ne kadar yakın olduğunu çok güzel gösteriyor. En ufak şeyi bile üç kişi paylaşmak, en kötü durumda bile beraber gülebilmek... Bunları yaşamadıysanız belki de hiç ağlamazsınız. Ama ben hıçkırıklara boğuldum. (Hatta gözyaşlarımda boğuldum. Gerçekten. Gözyaşlarım boğazıma kaçtı. Haha, neyse. :D) Pek çok şey yaşamışlardı ama sonunda üçü de o lise zamanlarındaki mutlu ve saf hallerine dönebilmişlerdi. Ji Hyun ölmüştü. Seo Woo'nun In Jung'u affetmesi için daha zaman vardı ve In Jung'un da Seo Woo'dan af dileyebilecek cesareti kendinde bulması için zaman vardı ama içten içe ikisi de birbirini anlıyordu. Ve fiziksel olarak ayrı olsalar da üçünün de sevgisi hâlâ beraberdi. Aynen lise zamanlarındaki gibi beraber kahkaha atıyorlardı. Seo Woo'nun da dediği gibi "Ölüm, bağların kopmasına neden olmaz."

49 Days tek kelimeyle bir başyapıt. Ne yazık ki herkes aynı şeyi düşünmüyor. Sonunda Ji Hyun'un ölmesi ve Han Kang ile kavuşamaması nedeniyle diziyi tamamen silenler de var. Dizinin vermek istediği mesajların tamamı ıskalamış o kişileri.
Bana göre çok mutlu ve huzurlu biten bir diziydi 49 Days. Ve güzel bir diziden ötesiydi. Hayatınız boyunca sizinle kalacak, verdiği mesajlar hayatınızı değiştirecek türden bir diziydi. Kendinizi sorgulamanıza neden oluyor. "Benim için saf gözyaşı dökecek üç kişi var mı? Benim uğruna saf gözyaşı dökeceğim üç kişi var mı?"
Siz de hayatınızı dolu dolu yaşayın ve her günün değerini bilin. Uğrunuza gözyaşı dökecek ve uğruna gözyaşı dökeceğiniz insanlar bulmaya bakın. ^-^



19 Mayıs 2011 Perşembe

49 Days Bitti

Son iki bölümü Korece izlemiş olsam da 49 Days bitti.
Dünkü sinirlenme nedenlerim hâlâ yerinde olmasına rağmen, bugün beni onların kabul edilebilir olduğuna ikna etti dizi.
Ve benim için başyapıt özelliğini kazandı.
Henüz başlamadıysanız durmayın. Koşun izleyin.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

49 Days İsyanları

~Spoiler~

Neler dönüyor biliyorum! Senarist! Nereye getirdiğini görebiliyorum hikâyeyi! Yapma! Yapmaaaaa!

Yi Kyung ve Han Kang'ı sevgili yapacaksın değil mi?

Ne olurdu gönlümüzü alsan, ne olurdu Yi Soo ile olsa Yi Kyung? Psikolojimi ne yapacaksın? Bu gece uyuyamamamın tek nedeni sensin sevgili senarist. Bana bunu neden yaptın ki? Gecemi gündüzüme katıp tüm sadakatimle izlemedim mi diziyi? DVD'si çıkar çıkmaz almayacak mıydım? Sana para kazandıracaktım sevgili senarist. Yarın kurtardın kurtardın. Kurtaramadın kabuslarında bulacağım seni. Haberin olsun. Of. Ne yaparsam yapayım istediğim son olmayacak değil mi?

Ben cevabımı 19. bölümde aldım. Daha ne zorluyorum değil mi? Sabaha kadar ağlayacağım senarist! Senin de gözüne uyku girmesin inşallah.

Bö!

...

49 Days'e olan aşkım nefrete dönüşmek üzere.
Lütfen sevgili senarist, bana bunu yapma! Ben izlediği her şeyin etkisini üzerinde ömrü boyunca hisseden biriyim! Lütfen!

15 Mayıs 2011 Pazar

The Doctor's Wife

*Spoilerlı Doctor Who yazısı*

Evet dün yayınlanan, Neil Gaiman'ın yazdığı Doctor Who bölümü olan "The Doctor's Wife" anında favori Doctor Who bölümlerinden biri halini alarak kendisine bir yazı hak etti.

Uzun uzun düşüncelerimi yazmak istiyorum aslında ama o kadar çok duygu ve düşünceye maruz kaldım ki bölüm boyunca, sadece alıntılar paylaşmak istiyorum. Doctor Who'da CNBC-e'yi takip eden bir Zeynep olduğundan gözü kayıp görmesin diye resim de paylaşmayacağım. Sizi mükemmel alıntılarla baş başa bırakıyorum.

Idris: Hey! Hey! You're my thief!
Auntie: She's dangerous! Guard yourselves!
Idris: Look at you! Goodbye! No. Not goodbye. What's the other one? {she kisses him}

xxx

The Doctor: Why am I a thief? What have I stolen?
Idris: Me. Are you going to steal me. You have stolen me. You are stealing me. Oh! Tenses are difficult, aren't they?

xxx

Uncle:Just keep back from this one. She bites!
Idris: Do I? Excellent! {She bites him} Biting's excellent! It's like kissing. Only there's a winner.

xxx

The Doctor: I don't understand. Who are you?
Idris: Do you really not know me? Just because they put me in here?
The Doctor: They said you were dangerous.
Idris: Not the cage, stupid. In here. They put me in here. I'm the... Oh, what do you call me? We travel. I go {she makes the TARDIS sound}.
The Doctor: The TARDIS?
Idris: Time and Relative Dimension in Space. Yes that's it. Names are funny. It's me. I'm the TARDIS.
The Doctor: No you're not! You're a bitey mad lady. The TARDIS is up-and-downy stuff in a big blue box.
Idris: Yes, that's me. A type 40 TARDIS. I was already a museum piece when you were young. And the first time you touched my console, you said—
The Doctor: I said you were the most beautiful thing I'd ever known.
Idris: Then you stole me. And I stole you.
The Doctor: I borrowed you.
Idris: Borrowing implies the eventual intention to return the thing that was taken. What makes you think I would ever give you back?

xxx

The Doctor: Oo. Sorry. Do you have a name?
Idris: Seven hundred years, finally he asks.
The Doctor: And what do I call you?
Idris: I think you call me... Sexy.
The Doctor: Only when we're alone.
Idris: We are alone.
The Doctor: Oh. Come on then, Sexy.

xxx

The Doctor: Yes. Yes, I have actually rebuilt a TARDIS before, you know. I know what I'm doing.
Idris: You're like a nine-year-old trying to rebuild a motorbike in his bedroom. And you never read the instructions.
The Doctor: I always read the instructions.
Idris: There's a sign on my front door. You have been walking past it for seven hundred years. What does it say?
The Doctor: That's not instructions!
Idris: There's an instruction at the bottom. What does it say?
The Doctor: "Pull to open."
Idris: Yes, and what do you do?
The Doctor: I push!
Idris: Every single time. Seven hundred years. Police box doors open out the way.

xxx

The Doctor: You know, since we're talking with mouths—not really an opportunity that comes along very often—I just want to say, you know you have never been very reliable.
Idris: And you have?
The Doctor: You didn't always take me where I wanted to go.
Idris: No, but I always took you where you needed to go.
The Doctor: You did.

xxx

Idris: Do you ever wonder why I chose you all those years ago?
The Doctor: I chose you. You were unlocked.
Idris: Of course I was. I wanted to see the Universe so I stole a Time Lord and I ran away. And you were the only one mad enough.

xxx

The Doctor: She's a woman. And she's the TARDIS.
Amy: Did you wish really hard?
The Doctor: Shut up! Not like that.
Idris: Hello. I'm Sexy.
The Doctor: Oh! Still shut up.

xxx

Idris: I've been looking for a word. A big, complicated word, but so sad. I found it now.
The Doctor: What word?
Idris: Alive. I'm alive.
The Doctor: Alive isn't sad.
Idris: It's sad when it's over. I'll always be here, but this is when we talked. And now even that has come to an end. There's something I didn't get to say to you.
The Doctor: Goodbye?
Idris: No. I just wanted to say, Hello. Hello Doctor. It's so very very nice to meet you.
The Doctor: Please. I don't want you to.
Idris: I love you.

Big Bang!

Pek dinlediğim bir grup olmasa da (G-Dragon'u pek severim orası başka) Big Bang'in Türkiye'ye gelme ihitmali gibi bir durum söz konusu. Kore hayranları olarak her hayran kulübünün diğerlerine yardımcı olması çok önemli. Çünkü sadece hayranı olduğumuz grup için çabalamak hem çok bencilce hem de çok zorlu olur. Ama Türkiye'deki tüm Kore severler her grup için bir araya gelerek birlikte bir şeyler yaparsa başarı olasılığı kat kat artar.

Uzun uzun yazacak kadar vaktim yok şu anda bu yüzden sizi aşağıdaki bloga yönlendiriyorum. Zaten ayrıntılı bir şekilde her şey orada anlatılmış. Big Bang'in Türkiye'ye gelmesi için lütfen siz de yardımcı olun ve bir oy da siz verin. Çok teşekkürler! ^^

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Arşivlenecek Dramalar

49 Days bitmeye yakınken ve ben bu sefer gerçekten LYS'ye kadar yeni bir dramaya başlamamaya niyetliyken (49 Days için hiçbir zaman pişman olmadım gerçi) ders çalışırken bir yandan da yaza yatırım yapmaya karar verdim. Ve drama arşivlemeye başladım. Özellikle yeni yayınlanan dramaları hemen indiriyorum, çünkü yazın torrent için şimdiki kadar seed bulmak zor olabilir.

Şu anda arşivlemeye başladığım/arşivleyeceğim dramaların listesi şöyle:

1-Lie To Me
Yoon Eun Hye'nin yeni dizisi. Olabildiğince az hakkında bir şeyler okumaya çalıştım ama eğlenceli bir romantik komedi gibi duruyor. Ayrıca ilk bölümüne şöyle bir göz attım ve hoşuma gitti. Yoon Eun Hye demişken sahi bir Goong vardı, o ne oldu? Listeye ekleyeyim bari.

2-Best Love
You're Beautiful'un yazarlarından diye biliyorum. Ünlülerin dünyasını anlatan bir romantik komedi. Ayrıca ratingleri de epey iyi daha yeni başlamasına rağmen.

3-City Hunter
49 Days bittikten sonra başlayacak. Lee Min Ho oynuyor! Goo Hara da oynuyor (iflah olmaz Kamilia Öykü ^^)! Fazla söze gerek var mı?

4-Queen Seon Duk
Bu dramayı sadece HD bulabilmiş olmam ve yaklaşık 80 bölüm olması arşivlerken en çok işkence çekeceğim dramanın bu olacağına bir işaret ama ben de izlemek istiyorum artık şu Muhteşem Kraliçe'yi. Hem hem hem Lee Yo Won oynuyor! 49 Days'in tüm oyuncuları kutsaldır. Tüm dramaları kutsaldır. Tamam sakinim.

5-Muscle Girl
Ichikawa Yui'yi Kurosagi'de hiç sevmemiştim. Ama bu tamamen oradaki karakterinden kaynaklanan bir sevmeme durumuydu. Onun dışında da izleme şansım olmadı. O yüzden ana karater olarak sever miyim sevmez miyim bilemiyorum. Ama dramadaki erkek ana karakteri Lee Hong Ki oynadığı zaman (JEREMY!) tabii ki arşivlencekler listeme ışık hızıyla girdi. Ayrıca Hong Ki'yi Japonca konuşurken izlemek! Amanın!

6-Goong
Türkiye'de yayınlanan ve benim izlemediğim (Kore'yi bu kadar geç nasıl keşfedebildim?) drama. Düşlerimin Prensi diye geçiyor Türkiye'de. Başladım geçenlerde ama kendimi durdurmayı başardım. Onu da indireyim evet. Harry Potter okuyan bir Yul var orada. Gerçi Şeyda Yul'a uyuz olmuş ama olsun. Harry Potter okuyan drama karakteri candır.

7-Playful Kiss
Bu dramayı bitirdim bitirmesine ama bilgisayarımda sadece dört bölümü var. Kaldı öylece. Onu da indirmeyi bitireyim de köşede dursun. Ne zaman açıp açıp sahnelerine bakmak isteyeceğimi bilemeyiz.

8-Paradise Ranch
Başladığım ve sonra kendimi durdurduğum başka bir drama. Onun da bölümlerinin bir kısmı var bilgisayarımda. O da tamamen arşivlenmeli.

Şimdilik izleyecek çok drama olsa da, öncelikli olarak arşivlenecekler bunlar. Drama önerileriniz varsa paylaşmaktan çekinmeyin. Eğer izlenecekler listemde yoksa (asıl liste 81 dramadan oluşuyor) onları da ekleyeyim. ^^