29 Aralık 2011 Perşembe
Howl's Moving Castle
İlk defa filmiyle başlamıştı tanışıklığımız. Pek çok arkadaşım defalarca "Miyazaki filmlerini izlemelisin Öykü," demişlerdi. "Kesinlikle bayılacaksın!" Ben de merak ediyordum ve hep aklımdaki yapılacaklar listemin bir köşesinde Miyazaki filmleri izlemek vardı. Ancak hiçbir zaman önceliğim haline getirip faaliyete geçirememiştim bu düşünceyi.
Bir gün kardeşim ile televizyonun karşısındaki koltuğa kurulmuştuk. Oğulcan ile o akşam yayınlanacak bir filmi -Asteriks ve Oburiks: Görevimiz Kleopatra- izlemek istiyorduk. Filmin başlamasına daha yarım saat kadar vardı. Kanallar arasında gezinmeye başladım. TRT Çocuk'ta harika çizimlerle karşılaşınca bir an elimi kumandanın düğmesinden çektim. Sağ alt köşede "Yürüyen Şato" adını gördüğümde ise hem şaşırdım -bir Türk kanalında anime film yayınlanıyordu sonuçta- hem de çok sevindim. Arkadaşlarımın önerdiği başlıca filmlerden biri buydu sonuçta. Oğulcan'a filmimiz başlayana kadar bu filme biraz bakmamızı önerdim. O, dünden razıydı.
Daha sonrasında yaşadığımız tecrübeyi sadece "sihirli" sözcüğü tanımlayabilir sanırım. İkimiz de gözlerimizi kırpmadan, yüzümüzde gülücük hiç eksik olmadan, kılımızı bile kıpırdatmadan -ki doktor onaylı hiperaktif kardeşim için bu büyük bir başarıydı- filmin bizi ele geçirmesine izin verdik. O kadar güzel, o kadar sevimli, o kadar aşk doluydu ki! Film bittikten sonra bile bir süre ekrana bakakaldık. Kendime geldiğimde belki devam ediyordur düşüncesiyle Asteriks'in olduğu kanalı açtım. Devam ediyordu. Tüm gün hevesle beklediğimiz filme ikimiz de boş boş bakışlar attık.
"Uyuyalım bence."dedim.
"Evet, bence de." dedi. Ve televizyonu kapadık.
Çünkü ikimiz de biliyorduk ki ne izlersek izleyelim hiçbiri Howl's Moving Castle'ın bize yaşattığı duyguları yaşatmayacaktı ve ikimiz de bu duyguların etkisi en taze haliyle üzerimizdeyken huzurlu bir uykuya dalmayı seçtik.
Bundan sonra pek çok Miyazaki filmi izledik Oğulcan ile. Defalarca. Beraber Miyazaki keyfi yapacağımız zamanlarda o Totoro'da ısrar eder, ben ise Spirited Away'de. Ama sonra ikimizin de gözü orada tatlı tatlı bize gülümseyen Howl's Moving Castle'a kayar ve her seferinde onda karar kılarız.
Tabii ki, Howl's Moving Castle filminin bir kitaptan uyarlama olduğunu öğrenmem çok uzun sürmedi. Ama kitaba birazcık tereddütle yaklaştığımı itiraf etmem lazım. Acaba İngiliz bir yazarın kaleminden çıkmış bu kitap, bu Japon animasyonu kadar renkli ve duygu dolu olabilir miydi? Miyazaki'nin güzel olan bir öyküyü mükemmelleştirdiğini düşünüyordum. Mükemmeli tadan kişi olarak, güzelin bana yetmeyeceği fikrine sahiptim. Bu nedenle kitap bir gün bir kitapçıda burnumun ucunda belirinceye dek kitabı okuma fikrini tamamen uzaklaştırmıştım zihnimden. Ancak kitabı gördüğüm zaman, her okuduğum kitapta olduğu gibi beni çağırdığını duydum. Sayfalar arasında gezinirken "Howl", "Sophie", "Calcifer" isimleri gözüme çarptıkça kalbim küt küt atıyordu. Kendime kızıyordum. Nasıl olur da bir kitabın sadece "güzel" olabileceğine inandırmıştım kendimi? Nasıl bu kadar cahilce bir önyargıya kapılmıştım? Evet, hâlâ kitabı okumamıştım ama biliyordum; her sayfasından ayrı zevk alacaktım. Cebimdeki birkaç liralık bozuk para aklıma gelince buruk bir şekilde kitabı yerine koydum. O sıralar kitap alma lüksüm pek yoktu.
Bir hafta sonra doğum günümde biricik dostlarım elime hediyemi tutuşturduklarında heyecanım tarif edilemezdi. Ne kadar çabalarsanız çabalayın bir hediyenin kitap olduğu anlaşılır. Elimde tuttuğumun Yürüyen Şato olduğunu biliyordum. Paketi daha açmamıştım ama biliyordum. Çünkü Damla ve Tuğçe beni, en az benim kadar iyi tanıyorlardı. Ve gerçekten de o yeşil kapakla karşılaştım hediyem paketten sıyrıldıktan sonra.
Sonrası ise yeniden sihirli bir yolculuktu. Hep üzülürdüm, Oğulcan ile filmi ilk izlediğimiz akşamki duyguları yeniden keşfedemeyeceğim için. Unutup, tekrar izleyebilsem keşke diye düşünürdüm. Ah, bilmiyordum ki kitabın benim için yepyeni bir tecrübe olacağını. Hem aynıydı, hem de o kadar farklıydı ki. Her bir anı, her bir karakteri, her bir duyguyu baştan keşfetmek... Yürüyen Şato'yu okumak benim için en eşsiz tecrübelerden biriydi. Kitap bittikten sonra yazarın daha birkaç ay önce öldüğünü öğrenmek gözyaşlarına boğulmama neden oldu. Oysa ona mektup yazmayı düşünmeye başlamıştım kitabı bitirdiğimde.
Kısa süre sonra Yürüyen Şato'yu Uçan Şato takip etti. Yürüyen Şato'nun aslında bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu öğrendiğimdeki sevincimi tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım. Uçan Şato'ya da hep gülücükler ve huzur duygusu eşlik etti. Şimdi geriye Sihirli Ev kaldı. Ancak o kadar korkuyorum ki Sophie, Howl, Calcifer, Morgan, Michael ve diğerlerinden ayrılmaktan... Okumaya çekiniyorum. Evet, ne zaman istersem kitaplar tekrar okumam için orada olacaklar ama yeni öyküler bir daha olmayacak. Ve ben buna hazır değilim sanırım.
İşte benim Howl's Moving Castle hikayem böyle. Çok sıradışı değil evet ama bana yaşattığı her bir duygu sıradışıydı. Ve ben de içimi dökmek istedim. Sevgimi paylaşmak istedim.
Sevgili Diana Wynne Jones, bu kusursuz kitabı yazdığın için sana binlerce kez teşekkür ederim. Umarım şimdi çiçeklerle dolu bir yerdesindir.
Not: Resimleri Tumblr'dan bulduğum için link veremiyorum. Eğer biliyorsanız yorumda link verirseniz sevinirim. Ben de diğer çizimlerini görmek isterim.
26 Aralık 2011 Pazartesi
18 Aralık 2011 Pazar
Ben seni sandığımın aksine çok seviyormuşum be Samsun. En azından sahilini... Çok özledim, çok...
15 Aralık 2011 Perşembe
Finnick and Annie - Episode 01 & 02
4 Kasım 2011 Cuma
In its silence, a book is a challenge: it can’t lull you with surging music or deafen you with screeching laugh tracks or fire gunshots in your living room; you have to listen to it in your head. A book won’t move your eyes for you the way images on a screen do. It won’t move your mind unless you give it your mind, or your heart unless you put your heart in it. It won’t do the work for you. To read a story well is to follow it, to act it, to feel it, to become it—everything short of writing it, in fact. Reading is not “interactive” with a set of rules or options, as games are; reading is actual collaboration with the writer’s mind. No wonder not everybody is up to it. — Ursula K. Le Guin
31 Ekim 2011 Pazartesi
Aşk
Bir de animelere hiç girmedim. Yoksa Card Captor Sakura'yı baştan aşağı izlerdiniz.
Elephant Love Medley
Fazla söze gerek yok.
Veronica Mars
Veronica ve Logan'ın ilk öpüşmesi. Benim için bu sahneyi klasik Amerikan gençlik dizisi öpüşme sahnesinden farklı kılan ne bilmiyorum. Ama çok özel bir sahne benim için. (Bu sahnenin bütün videolarında "Embed"ın disabled olması çok acı.)
http://www.youtube.com/watch?v=EftQn2p_Bzk
Son sahne. Ayrıca Dimitri'nin Anastasia'nın büyük annesinin verdiği parayı kabul etmediği sahne de bunun kadar güzel. Ama onu bulamadım.
Windstruck
Mükemmel bir sahne olmasaydı bu kadar engelden sonra koymazdım (film partı içinde ve embed olmadan) ama cidden çok güzel.
Ölünce rüzgar olmak isteyen sevgilisini kaybetmesinin ardından Kyung-jin'in kendisini öldürmeyi "denemesini" gösteriyor bu sahne. Harika.
http://www.youtube.com/watch?v=vPlS6RO9XZ4&feature=related
3:00-4:30 arasına bakmanız yeterli. ^^
24 Ekim 2011 Pazartesi
20 Ekim 2011 Perşembe
11 Ekim 2011 Salı
Shaoran'ı beklerken...
Sonra asla sevemeyecekmişim gibi hissetmeye başladım. Ve sevsem de sevilemeyecekmişim gibi. Asla sevilemeyecekmişim gibi.
Oysa ben sadece Sakura olmak istemiştim.
9 Ekim 2011 Pazar
Sadece solağım...
Look at me, at my small appearance
Can you laugh whenever you want?
Can't you at least pretend
That you don't know me for once?
But the world sometimes turns upside down
And hey say kids like me mess things up
They say we all have to use the same hand
Don't curse me with those eyes
I'm not going to ruin anything
I'm left-handed
1 Ekim 2011 Cumartesi
I Have A Dream
I have a dream, a song to sing
To help me cope with anything
If you see the wonder of a fairy tale
You can take the future even if you fail
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream
I have a dream, a fantasy
To help me through reality
And my destination makes it worth the while
Pushing through the darkness still another mile
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream
I’ll cross the stream - I have a dream
I have a dream, a song to sing
To help me cope with anything
If you see the wonder of a fairy tale
You can take the future even if you fail
I believe in angels
Something good in everything I see
I believe in angels
When I know the time is right for me
I’ll cross the stream - I have a dream
I’ll cross the stream - I have a dream
~ ABBA - I Have A Dream
29 Eylül 2011 Perşembe
21 Eylül 2011 Çarşamba
Duyuru
Eğer beni ziyaret edersen beni Kore'ye göndermen karşılığı ruhumu sana satmaya hazırım. Haberin olsun.
Sevgilerimle,
Öykü
Not: 10 yıl sonra cehennem köpekleriyle beni sürüklemezsen sevinirim. Uslu uslu geleceğim, söz.
12 Eylül 2011 Pazartesi
8 Eylül 2011 Perşembe
KARA - Step
4 Eylül 2011 Pazar
31 Ağustos 2011 Çarşamba
YEEEEEEEEY!
A Nice Day
Sevimlilik Yumağı
25 Ağustos 2011 Perşembe
Hep Mükemmel Olmak
15 Ağustos 2011 Pazartesi
Arkadaş Sorunu
12 Ağustos 2011 Cuma
Love
“We are all a little weird and life’s a little weird, and when we find someone whose weirdness is compatible with ours, we join up with them and fall in mutual weirdness and call it love.” - Dr. Seuss
4 Ağustos 2011 Perşembe
23 Temmuz 2011 Cumartesi
Heartstrings Hakkında
Heartstrings şu anda güzel ilerliyor. İlk iki bölümde renk paletinden nefret etmiştim. Fragmanlardaki renkler nereye gitti diye düşünüyordum. Üçüncü bölümde geri döndüler. Bir de bazen kamera çok oynuyor. Birisinin yüzü yakın plan çekilirken bile sürekli bir sağa sola gidişler var. Sadece bir bölümde dikkatimi çekti gerçi bu, sonra herhalde insanlar ekran başında epilepsi krizi geçirmeye başlayınca bundan vazgeçtiler.
1 Temmuz 2011 Cuma
Salyangoz
Salyangoz yola çıktı.
Bir Temmuz günüydü. Herhangi bir yerde herhangi bir günün olabileceği kadar sıradan bir gündü. Salyangoz kendini çok cesur hissediyordu. Sıradan güne karşı koyabilmiş ve onu sıra dışı kılacak bir harekette bulunabilmişti. Salyangoz giderken sıradan gün bir köşeye oturmuş somurtuyordu. Bu Temmuz gününün böylesine bulutlu olmasının nedeni de sıradan günün Salyangoz’a olan öfkesiydi. Ama Salyangoz arkasına bakmadı.
Yola çıktı.
Arkadaşları ona gülmüşlerdi gitmek istediğini söylediğinde. “Koskoca dünyanın yükü omuzlarında, iki adım gitsen yorgun düşer gerisingeri dönersin,” demişlerdi. Şu dünyada sıradan bir günden daha kötücül bir şey vardıysa o da hayal kuramayan kişilerdi. Kendi küçük dünyalarında öylesine hapsolmuşlardı ki o dünyanın sınırlarını zorlayan en ufak bir şeyi dahi küçümser, onun yanlış kendilerinin doğru olduğunu ileri sürerlerdi. Salyangoz’un arkadaşları da onun gitmesinin imkânsız olduğunu söyleyip durdular. Bunun için hiçbir dayanakları yoktu ama onlar hayal kuramazlardı, ellerinde ne varsa tek elde edebileceklerinin sadece onlar olduğunu düşünürlerdi, bu yüzden onlar da her şeye sorgusuz sualsiz körü körüne bağlananların yaptıklarını yaptılar: fikirlerini kabul ettirmek için her kelimede daha çok yükselttiler seslerini. Onların sesleri yükseldikçe düşünceleri fısıltıya dönüştü Salyangoz için. Onları duymazdan gelmek çok kolay oldu.
Ve yola çıktı. Ne bir harita, ne bir pusula… Sadece zihninde duyduğu sesti onun rotasını çizen. Kendini bildi bileli duyardı bu sesi. Ne olduğunu anlamak için yıllarını harcamıştı. Küçük bir ormanda yaşardı Salyangoz. Oradaki hiç kimse ormanın ötesini bilmezdi. Bu yüzden kime anlamamıştı Salyangoz’un duyduğu sesin ne olduğunu. “Martı geldiğinde ona sorarsın, o kesin bilir,”demişti ormanın bilge baykuşu. Martı, her kış ormanı ziyaret ederdi. Tüm dünyayı gezdiğini iddia ederdi. Oysa sadece orman ve deniz kıyısında bir kasaba arasında göç eder durur ve tüm dünyayı bunlardan ibaret sanırdı. Yaşadığı maceraları orman sakinlerine anlatmayı pek severdi. Maceraperest küçük kuşlar Martı’ya bayılırdı, anne kuşlar ise çocuklarının boş hayallere kapılıp ormanın dışına seyahat etmelerinden korkarlardı ve bu yüzden Martı’yı çok da hoş görmezlerdi. Ormanın dışı tehlikelerle doluydu ne de olsa.
Martı yine ziyarete geldiğinde Salyangoz sesi ona da anlattı. “Biliyorum tabii ki! Okyanusun sesi bu. Dünyanın sonunda bulunur.”
“Dünyanın sonu mu var?”diye sordu ufak bir sincap.
“Olmaz mı! Okyanus işte. Ondan ötesi yok. Uçsuz bucaksız bir mavilik sadece.”
Okyanustu Salyangoz’un gideceği yer. Bu acımasız ve hayal kuramayan dünyanın sonundaki okyanus. Dalgalardı zihninde duyduğu ses. İşte artık okyanusu ve o uçsuz bucaksız maviliği görme isteğinin, var olan tüm duygularına ağır bastığı gündü bugün.
Ve bugün Salyangoz yola çıktı.
23 Haziran 2011 Perşembe
11 Haziran 2011 Cumartesi
You've Fallen For Me / Heartstrings
8 Haziran 2011 Çarşamba
7 Haziran 2011 Salı
Tekken Blood Vengeance
4 Haziran 2011 Cumartesi
Romana
26 Mayıs 2011 Perşembe
24 Mayıs 2011 Salı
Rainie
23 Mayıs 2011 Pazartesi
Kazak/Elbise Sevdası
Şöyle ki, 49 Days'de Ji Hyun/Yi Kyung'un giydiği bir elbise vardı çok hoşuma giden. Elbiseyi buldum bulmasına ama bu sefer de marka çıktı. (Yi Kyung'un karakteri zar zor para buluyor. Kızın kutularda marka elbise ne arıyor! Cık cık! Gerçekçi olun senaristler!) Doğal olarak o elbiseyi alacak param yok şu anda. Ben oturup bakarım öyle iç çeke çeke.
22 Mayıs 2011 Pazar
Alias
21 Mayıs 2011 Cumartesi
49 Days Hakkında
Güncelleme: Kore dizileri hakkında artık şurada yazıyorum. :D
Yi Soo: Sırf seni görebilmek için beş yıl bekledim. Senin için, bu yüzüğü verebilmek için, seni sevdiğimi, bir anlığına bile başka birini düşünmediğimi söylemek için, evlenme teklif etmek için. Bunları söylemek için. Ama... Artık öyle değil. Söylemek istediklerim değişti. Seni o zamana kadar sevdim. Şu andan itibaren seni sevmeyeceğim. Seni acı içinde geride bırakmak istemediğim için, sadece beni unutmanı ve mutlu olmanı istiyorum. Bunun için beş yıl bekledim.Yi Kyung: Hayır. Öyle söyleme Yi Soo. Ben de seninle geleceğim.Yi Soo: Beraber gidemeyiz. Sırf benimle olmak için gidip ölümü seçsen bile yine de ayrı olacağız. Ölüm budur.Yi Kyung: Burası... Tek başına çok acı veriyor. Sensiz dayanamıyorum.Yi Soo: Benim için dayanabilir misin? Ancak senin gitmene izin verdikten sonra bir sonraki hayatımda mutlu olabilirim. Eğer mutlu olmazsan benim kalbim de kaos halinde olacak ve huzur içinde olmayacağım. Kötü huylu, bencil, sevilemeyen, sevemeyen, mutsuz yaşayan biri olarak yeniden doğacağım. Bu yüzüğü at.Yi Kyung: İstemiyorum.Yi Soo: At. Artık bir anlamı yok. Aramızdaki yanlış anlaşılmaları giderdi. Tek görevleri de buydu.Yi Kyung: Yapma, yapma!Yi Soo: Benim için ne kadar önemli bir insan olduğunu biliyorsun. Seni terk etmedim. Benim için sen en önemli insandın. Harika bir insandın. Bu yüzden, başkası için de önemli bir insan olacaksın. Benim için mutlu olacağına söz ver. Hiçbir pişmanlığım olmadan gitmeme izin ver ve böylelikle bir sonraki hayatımda yeniden başlayabileyim. Yi Kyung, benim için mutlu ol. Senin gibi biriyle tanıştığım için minnettarım ve şanslıyım.Yi Kyung: Çok üzgünüm... Hep senden aldım ve geriye hiçbir şey vermedim.Yi Soo: Git ve seni sevecek birini bul ve benim yerime, sevgini o kişiye ver.
Babandan farklı olacağını biliyordum. Ben böyle iyi bir çocuğu hak etmedim. Teşekkür ederim çocuğum.Annesinin bu sözleri söyleyip Min Ho'ya sarılması, Min Ho'nun çaresizce hüngür hüngür ağlaması, Min Ho'nun arabaya binerken kollarındaki kelepçeleri annesinden saklaması... Dizinin en mükemmel sahnelerindendi kesinlikle. İfadesinde In Jung'u ele vermemesi de hem artık değiştiğinin hem de In Jung'a gerçekten değer verdiğinin göstergesiydi.
Şu anda ne yapmak istiyorum? Ne yapıyorum ben? Tanrım! Nasıl yaparım? Ji Hyun! Şu anda ne yapmak istiyorum ben? Ne yapıyorum!? Bunu sana nasıl yaparım? Benim istediğim bu değildi! Bendim. Senin yüzünden değildi. Benim yüzümdendi. Seni kıskanan bendim. Min Ho Oppa'nın sana yaklaşmasını sağlayan da bendim. Seni hayal kırıklığına uğrattım, Seo Woo'nun dostluğunu kaybettim. Kendi kendimi mahvettim. Hepsi benim yüzümden. Ji Hyun! Hatalı olan benim. Hatalı olan benim. Bir hata yaptım. Ji Hyun! Özür dilerim.
Ji Hyun! Keşke zamanı geri döndürebilsem! Böylelikle senin iyi niyetini yanlış anlamazdım. Böylelikle senin için... yüzde yüz içten olabilirdim. Keşke gerçekten zamanı geri döndürebilsem. Birbirimize baktığımız, kahkahalarımızla dolu zamana.
Eğer 49 günüm olmasaydı, babamın şirketi şu anda muhtemelen Min Ho'nun elinde olacaktı. Nişanlımın ve arkadaşımın ihaneti nedeniyle sinir krizi geçirecektim. Muhtemelen şoku atlatamayıp, intihar edip ölecektim. Kaderim bu muydu? 49 gün sayesinde Kang'ın aşkını yaşayabildim. Aşkı hissedebildim ve babamın şirketini koruyabildim. Ve yaşadığım hayata dönüp bakma şansını yakaladım. Bazen kendimi çok şanslı hissediyorum. Bütün bunları bilmeden ölseydim, sahte bir hayat yaşamış olarak ölecektim.Ji Hyun'un bu sözleri her şeyi mükemmel açıklıyor. İlk bölümde gitmek istemediğini haykıran Ji Hyun son bölümde ölümü kabul edip gülümseyerek bu dünyayı terk etti. 49 gün onun için sahiden de bir hediyeydi.
Shin Ji Hyun. Çok, çok iyi bir şekilde yaşadın hayatını.
Yi Kyung: Ji Hyun! Han Kang her gün çok meşgul. Aynen istediğin gibi, bana çok iyi bir arkadaş oldu. Heaven'daki insanlarla, senin tatlı kişiliğin sayesinde, ben de uyum sağlayabildim.Han Kang: Ji Hyun! Herkes göçtüğünü bilse de, sen hayattaymışsın gibi yaşıyorlar. Senin 49 günün sayesinde, hayatımı 49 günmüş gibi yaşıyorum. Ne zaman öleceğimizi bilmesek bile bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Senin 49 günün sayesinde, değişikliklerin olduğunu gördüm. Burada hayatlarımızdaki en önemli insanlar yatıyor.Yi Kyung: Hayatımızı değiştiren ve güzelce giden iki insan.Han Kang: Onlarla yaşadığımız bu 49 günlük yolculuk sayesinde...Yi Kyung: Her günümüzü son günümüz gibi yaşayacağız ve değerini bileceğiz.Han Kang: Ji Hyun, seninle tanıştığım için...Yi Kyung: Yi Soo, seninle tanıştığım için...Han Kang: Çok mutluyum.Yi Kyung: Çok mutluyum.
19 Mayıs 2011 Perşembe
49 Days Bitti
18 Mayıs 2011 Çarşamba
49 Days İsyanları
15 Mayıs 2011 Pazar
The Doctor's Wife
Idris: Look at you! Goodbye! No. Not goodbye. What's the other one? {she kisses him}
Idris: Me. Are you going to steal me. You have stolen me. You are stealing me. Oh! Tenses are difficult, aren't they?
Idris: Do I? Excellent! {She bites him} Biting's excellent! It's like kissing. Only there's a winner.
Idris: Do you really not know me? Just because they put me in here?
The Doctor: They said you were dangerous.
Idris: Not the cage, stupid. In here. They put me in here. I'm the... Oh, what do you call me? We travel. I go {she makes the TARDIS sound}.
The Doctor: The TARDIS?
Idris: Time and Relative Dimension in Space. Yes that's it. Names are funny. It's me. I'm the TARDIS.
The Doctor: No you're not! You're a bitey mad lady. The TARDIS is up-and-downy stuff in a big blue box.
Idris: Yes, that's me. A type 40 TARDIS. I was already a museum piece when you were young. And the first time you touched my console, you said—
The Doctor: I said you were the most beautiful thing I'd ever known.
Idris: Then you stole me. And I stole you.
The Doctor: I borrowed you.
Idris: Borrowing implies the eventual intention to return the thing that was taken. What makes you think I would ever give you back?
Idris: Seven hundred years, finally he asks.
The Doctor: And what do I call you?
Idris: I think you call me... Sexy.
The Doctor: Only when we're alone.
Idris: We are alone.
The Doctor: Oh. Come on then, Sexy.
Idris: You're like a nine-year-old trying to rebuild a motorbike in his bedroom. And you never read the instructions.
The Doctor: I always read the instructions.
Idris: There's a sign on my front door. You have been walking past it for seven hundred years. What does it say?
The Doctor: That's not instructions!
Idris: There's an instruction at the bottom. What does it say?
The Doctor: "Pull to open."
Idris: Yes, and what do you do?
The Doctor: I push!
Idris: Every single time. Seven hundred years. Police box doors open out the way.
Idris: And you have?
The Doctor: You didn't always take me where I wanted to go.
Idris: No, but I always took you where you needed to go.
The Doctor: You did.
The Doctor: I chose you. You were unlocked.
Idris: Of course I was. I wanted to see the Universe so I stole a Time Lord and I ran away. And you were the only one mad enough.
Amy: Did you wish really hard?
The Doctor: Shut up! Not like that.
Idris: Hello. I'm Sexy.
The Doctor: Oh! Still shut up.
Idris: No. I just wanted to say, Hello. Hello Doctor. It's so very very nice to meet you.
The Doctor: Please. I don't want you to.
Idris: I love you.